
Ne diyelim ki! Neredeyse her sokak başında gördüğümüz yetmezmiş gibi bütün medya kanallarında yılın belli aylarında özellikle gözümüze sokulan, uyuşturucuyu damarlarımıza değil zihnimize zerk eden, çoğu, beş vakit kubbeli ve minareli mekanlarında hiç çaktırmadan, “dil altından” ruhları müptela edecek şekilde zehirlerini “cemaat” dedikleri müşterilerine satan, ateşe atılacak kıyam(!), rüku, secde biriktiren, sürekli olarak bu dünyanın değersizliğinden dem vurup, burada yaşanan ezilmişlikleri, sömürüyü, zulmü önemsizleştirip, cennetten arsalar, ırmaklar, nimetler ve huriler satan ve böylece kendi dünyalıklarını garantiye alan, içtikleri ve içirdikleri afyonu din diye pazara sunan klasik Belam Bin Baura’lardan biridir Moses.
Gerçekten de bu romanda daha önce incelediğimiz diğer karakterlerden daha fazla hayatımızda yer alır bu kuzgun. Çünkü öyle ya da böyle bize veya çevremize etki etmekte, ya anlamayı ya da anlatmayı güçleştiren tavır ve sözleriyle hakikatin önündeki en büyük engellerden biri olmaktadır. Kendisinin bir diğer versiyonu olan “siyasi analist ve yorumcu domuzla” beraber diğer karakterlerden belirgin bir şekilde ayrılır. Zira diğer karakterlerin bütün yanlışları bireyseldir ve hatalarının sonucuna farkında olmasalar da bizatihi kendileri katlanmaktadırlar. Ama bu kuzgun ve bahsettiğimiz domuz, diğerlerini etkilemekte, onların pasifize olmalarına, mücadeleden sapmalarına ve problemin farkına varmalarına engel olarak zulmün ayakta kalmasının en önemli unsuru olmaktadırlar. Ve üstelik bu işlevleriyle kendilerini de garantiye alıp bütün dünyevi nimetlerden faydalanmaktadırlar.
Bu “kuzgun” ve benzeri tiplerin sözleri ve davranışları incelendiğinde en önemli işlevlerinin daha öncede beyan ettiğimiz gibi bu dünyayı değersizleştirmek ve bu dünyada hiçbir işlevi olmayan bir dini tebliğ etmek olduğu ortaya çıkacaktır. Bunlara göre bu dünya “imtihan tarlasıdır” ama bu imtihan sadece mazlumlar için geçerlidir. Güç sahiplerinin, sermaye sahiplerinin, saray sahiplerinin, her köşe başını yalanla, hileyle, zulümle ele geçirmiş olan zalimlerin, saltanatlarından, şatafatlarından, itibarlarından taviz vermeyenlerin, millet ekmek bulamazken onların vekili olarak adeta binbir gece masallarını yaşayanların, gecekonduları sırma köşklerde yönetenlerin, çalabilenlerin, gasp edebilenlerin, “ya Allah, bismillah” diyerek kendilerine ait olmayan her şeye el uzatabilenlerin, camiye sağ ayakla girip, huşuyla(!) namaz kıldıktan sonra Allah c.c. düşmanlarıyla iş tutanların, kan dökenlerin bu imtihanda payı yoktur, onlar cenneti hem burada hem de ahirette çoktan parsellemişlerdir ve sorguya da çekilmeyeceklerdir.
Ama mahrumların, mazlumların, mustazafların çok çetin imtihanlardan geçmeleri gerekmektedir. Bunlara göre zaten bu saydığımız zümreler çokça günahkar olduklarından hiç bir nimete layık değillerdir. Ya da buradaki nimetler onlara layık olmadığı için bu nimetlerden el çekmeli ve bu dünyayı asıl sahiplerine(!) bırakmalıdırlar. Açlık, yokluk, ölüm, mallardan ve canlardan eksiltmenin hepsi tamamen bu mazlumlar içindir bunlara düşen yegane şey sabırdır, boyun bükme ve kabulleniştir. Değil mi ki öte dünyada cennet ve meyveleri vardır, bu dünyada açlık çekilmesinin, zillete düşmenin, hakkını aramamanın ve şerefini yitirmenin hiç bir önemi yoktur. Hatta daha çok çile çekilmeli, daha çok zelil olunmalıdır ki cennetten daha çok pay sahibi olunabilsin. Bunların anlattığı din ve cennet hep öteki alemdedir. Bu dinin bu aleme dair tek bir sözü dahi yoktur. Bu alemi umursamaz, onu düşmanlarına terketmiştir. Düşmanları bu alemde semirebilir, keyfe keder yaşayabilir, yiyebilir, içebilir ama kendi mensuplarına bütün bu işler haramdır. Çile denen şey, bu dinin mensupları için yaratılmıştır.
İşte Moses da çiftlikteki hayvanlara böyle bir inancı telkin edip anlatmakta, onları kendi cennet tasviri olan “Balbadem Diyarı” ile avutmakta, bulutların ötesindeki bu diyarda her günün pazar olduğunu, yoncaların, kesmeşekerin, küspenin bolca bulunduğunu, oraya gittiklerinde ne kadar rahat edeceklerini beyan etmektedir. Yani demektedir ki “burada ne kadar sırtınıza semer vurulursa vurulsun, etinizden, sütünüzden ne kadar faydalanılırsa faydalanılsın, isterse çokça “deh” denilsin, “çüş” denilsin aldırmayın. Sabredin, bekleyin, sakın isyan etmeyin, düzeni bozmayın, işinizi yapın, var olanla yetinin ki iyi bir mümin olup “Balbadem Diyarın”da huzur bulabilesiniz.”
Evet, sabır ve şükür bu tiplerin elindeki en tehlikeli silahtır. Asıllarından uzaklaştırıldıklarından, genleriyle oynandıktan sonra bu iki terim bütün devrimciliklerini yitirmiş, zulmün korkulu rüyası iken zalimin en muteber destekçileri olmuşlardır. Bu yüzden zamanla Moses gibilerinin düzenli olarak telkinlerinde ve el altından zihinlere uyuşukluğu enjekte etmelerinden dolayı sormak, soruşturmak, isyan etmek, hak aramak, mücadeleyi düşünmek ve bu uğurda sabredip, bu yolda harcayacak bütün nimetlere şükretmek tehlikeli, haram ve yoldan çıkmışlık olarak değerlendirilmiştir.
Çünkü bunların tebliğ ettiği din de, cennet de mazluma değil zalime aittir ve bu dünyasını zulme terkeden dinin ahireti de zalimlerin hizmetindedir. Yarattığı nimetleri kendine sadık kullarına değil de kendine düşman olanlara tesis eden bir ilahın ise zaten mazlumlarla, mahrumlarla işi olmayacaktır ve o ilah aslında gecekonduların değil, sarayların ilahıdır. Yüreklere değil, şatafatlı ibadethanelere sığacaktır. “Müminlere karşı şiddetli, kafirlere karşı merhametli” olacaktır. Gazabı rahmetini geçecek, bu dünyada bütün inananlarını ezdikçe ezecektir ama zalimlere hep bir hak tanıyacak, onların arkasından konuşulmasını hoş görmeyecek ve “belki de son nefeslerinde iman nasip edecektir.” Yani böyle bir ilahın hem dünyası hem de ahireti zulmedenlere ait olacaktır.
O zaman burada zelil olan, “Balbadem Diyarında” da gün yüzü görmeyecektir. Bu din, mazlumların başlarına gelen her felaketi kendilerinden bilmelerini istemekte ancak zalimleri bundan mesul tutmamaktadır ki aslında en büyük musibet bu zalimlerin musallat oluşlarıdır. O yüzden bu dinde mazlumlar her daim günahkardır ve tevbe etmeleri gerekir. O da belki kabul edilir, belki edilmez. Ama zalimler daha önce de beyan ettiğimiz gibi ömürlerinin son nefesinde “tevbe ettim” derlerse tamamen temizlenir ve “Balbadem Diyarında” da saray sahibi olurlar. Çünkü onlar saraylara layıktır. Mazlumlar ise o diyarda bir gecekondu bulabilirlerse çokça şükretmelidirler.
Neyse tekrar romana dönersek Moses, romanda iki yerde boy gösterir. Biri çiftlik halâ insanların(!) elindeyken, diğeri de hayvanların eline geçtikten sonra. Çiftlik insanların(!) elindeyken Moses, hiçbir işe el atmayan, sadece yukarıda bahsettiğimiz masallarını anlatan “evcil” bir kuzgundur ve insanlar(!) tarafından beslenir. Devrim olur, onca savaş çıkar, ölen ölür, kalan kalır ve bizim Moses bu süreçte hiç ortalıkta görünmez. İşler sükuna erince yeniden çıkar gelir ve bu sefer hayvanların elindeki çiftlikte başlar masallarını anlatmaya. Yine “Balbadem Diyarı”nın güzelliklerinden, oradaki arpalardan, yoncalardan, küspelerden dem vurur ve göğe bakarak “İşte orada yoldaşlar” der.
Burada ilginç olan Moses’ın da diğer hayvanlar gibi yoldaş demeye başlamış olması ve yeni devre hemen ayak uydurmasıdır. Ve yine ilginç olan bu hikayelere inanmayan domuzların, Moses’ı hiç sevmedikleri halde ona dokunmamaları ve hikayelerini anlatmasına fırsat vermeleridir. Yani insanlar(!) gibi domuzlar da çiftliği idare edebilmek için, bu kuzgunun yaydığı “afyon”a ihtiyaç duymaktadırlar. Bu yüzden Moses, her devrin din adamıdır ve her devirde sırtı pektir. Rahattır. Otelleri falan vardır. Hurmayla iftar eden yüce sahsiyetlerden bahsederek obezleşmiştir, semirmiştir. Sattığından zerre nasibi yoktur aslında. Ondan elde ettiği ile geçinir, herkesle geçinir, herkese sırnaşır, her devirde yolunu bulur. Moses’ın bir de kanatları vardır. İşler sarpa sardığında hemen terk eder bulunduğu diyarı, besleneceği ortam oluşana kadar çıkmaz ortaya veya en azından susar, “sabreder”, “şükreder” kanatları için.
Dediğimiz gibi çoktur, çokçadır Moses ve benzeri tipler etrafımızda. Sakallı, sakalsız, cübbeli, cübbesizdirler, hacıdırlar, hocadırlar, okuduklarını anlamasalar da veya nasipleri yoksa da okuduklarından kıraatleri güzeldir, huşu ile bağlıdırlar dünyalarının sahiplerine, takva ehlidirler, çok korkarlar sahiplerinden, kibrin dibine vuran tevazuyla arz-ı endam ederler ve ” Onları gördüğünüz zaman kalıpları hoşunuza gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersiniz” ama “Onlar sanki duvara dayanmış kütükler gibidirler” ve dünya sevgilerinden dolayı “Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Düşman onlardır. Onlardan sakının” ve deyin ki “Allah onların canlarını alsın” bunca ilimlerine rağmen “Nasıl bu hale geliyorlar?” (Münafikun 4).
siyasetmektebi.com