HasbihalSon Yazılar

“SİZ DOYURUN…”

İnsanlık tarihi azgın muktedirlerin halklarını aşağılamalarıyla doludur. Ve aynı tarih aşağılanan hakların bir süre sonra iktidar sahiplerini nasıl yerle yeksan ettiklerini de kaydetmiştir. Bahsi geçen muktedirlerin bir çoğu kendilerini sadece iktidar sahibi olarak değil aynı zamanda bir ilah ve tanrı olarak gördükleri için kibir dağının zirvesinden aşağıya oldukça feci şekilde düşmüş, ne iktidarlarından ne de şatafatlarından eser kalmamıştır.

Nice saray sahibi mütekebbirler, öyle bir aşağılanma ve acı sonla yüzleşmişlerdir ki, sonraki dönemlerde zulmün altında inleyen mazlumlar için bahsi geçen son, bir ümit kaynağı ve kıyam başlangıcı olmuştur. Bir sivrisineğin kıyamıyla alaşağı edilen Nemrut ile Allah’ın c.c. ordularından olan bir nehirde boğulan Firavun, hem zulmedenlere, hem zulme meyledenlere hem de zulme uğrayanlara adeta birer mesaj ve ibret olarak tarihin sayfalarında yerlerini almışlardır.

Oysa bu zalimlerin de sarayları, orduları, uşakları ve onların gücünün büyüklüğüne aldanmış köleleri vardı. Her sözleri ferman, her arzuları kanundu. Şatafat, bunların yaşamlarında hayat buluyor, lüks ve israf bunlar ile yeniden anlam kazanıyordu. Millet, bir bütün olarak bunların hizmetçisi, vatan ise canlarının istediğini yapabilecekleri ve her türlü tasarrufta bulunabilecekleri bir mekandı. Devlet, zaten kendileri idi. Bu yüzden onlara ve olan bitene itiraz edenler vatan haini ve devlet düşmanı sayılırlardı.

Hazine, “şahıslarına” aitti. Örtülü veya örtüsüz diledikleri gibi kullanır, dilediklerine diledikleri kadar verebilirlerdi. Altın varaklı koltuklarında oturur, altın varaklı bardaklarında muhtemelen içinde ejder meyvesi de bulunan kokteyllerinden yudumlarlardı. Devrin en değerli binekleri ve bugün ki kadar devasa olmasa da gemicikleri bulunurdu. Tahtalarını kölelerinin sırtlarında taşıtır, onların sırtlarına basarak saraylarına çıkarlardı. 

Onların da Haman’ları vardı. Bütün ordu ellerinde idi. Halkı, güç ile korkutmak ve susturmak için çevrelerini, her ne yaparlarsa yapsınlar, hangi zulme imza atarlarsa atsınlar, onlara itaat edecek ve onları koruyacak, en ufak bir şikayette halkın sırtına bir kırbaç olup inecek, kendi seçtikleri ve besledikleri bir kolluk kuvveti ile sarmışlar ve kendilerini güvene almışlardı. Zaten bu yüzden bolca beylik laflarını kolayca terennüm ederlerdi. Yalnız başlarına cesaretleri olmadıkları halde, çevrelerindeki on binlerce  paralı askere güvenip öyle esip gürlerlerdi ki halkın kimi korkar kimi de “vay be ne delikanlı adammış” diyerek gönüllü köleliğe terfi ederdi. 

Ayrıca Karun’ları da vardı onların. Bütün sermayeyi onların eliyle kontrol eder, vatanın ve halkın bütün yeraltı ve yerüstü kaynaklarını onlara peşkeş çekerlerdi. Hazineyi onlara aktarır, suni bir zenginler kitlesi oluştururlardı. Ama aslında bütün o Karun’lar, o zalimlerin servetlerinin sadece bekçileriydi. Kendilerine ait herhangi bir varlıkları yoktu. Sadece memlekette işler tek elden yürütülüyor ve sermaye tek elde toplanıyor görüntüsü olmasın diye sergilenen tiyatronun figüranıydılar. Karın tokluğuna dahi hasret olan halktan toplanan vergiler sürekli artarken, bu Karun’lardan vergi alınmamasının nedeni de buydu. Zaten devlet (yani aslında baştaki zalim), hangi işi para karşılığı birilerine yaptırmak isterse, sadece bu Karunlara ihale verirdi.

Bir de rahipleri vardı onların. Sarayda yetişen, saraydan emir alan, sarayı aklayan paklayan ve saraydakini ilahlaştıran rahipleri vardı. Halkla zalim arasına girip zulmü halka benimseten ve göklere çıkaran, halkın dininden bahsederken hakikatleri ağızlarını eğip bükerek tersyüz etmeye çabalayan ve aslında halka yeni bir din ve yeni bir ilah dayatan rahipleri vardı onların. Bunları çok iyi beslerlerdi. Çünkü bunlardı sarayın asıl sütunları. Çünkü bunlar sayesinde sürüyordu saltanatları. Çünkü bu rahiplerdi açlığı, yokluğu, yoksunluğu şeref ve sevap diye halka yutturan ve güçlüye sorgusuz sualsiz itaati farz kılan. İsyanı, akletmeyi, sorgulamayı günah sayan ama boyun eğmeyi, secdeyi göklere çıkarıp saltanatın varlığını koruyan bu rahiplerdi.

Her kılığa girebilen, her renge bürünebilen de sadece bu rahiplerdi. Halkın arasında dolaşabilen, halkı ikna gücüne sahip olan da sadece bunlardı. Halkın gönlünde saray sahipleri yer açan, o gönülden gerçek ilahı çıkarıp zalimleri ilah olarak oraya inşa ettikleri sarayın tahtına çıkarabilen de sadece bu rahiplerdi. Karaya ak deyip bunu da halka kabullendirebilen, kalplerde oluşabilecek isyan kıvılcımlarını farklı öcüler yaratarak itaat ateşine çevirebilen ve böylece halkı en iyi uyutabilen de sadece bu rahiplerdi. Zaten bu yüzden kıymetlerini bilirdi o zalimler. Her sıkıştıklarında o rahipler daha rahat halka ulaşsın diye tapınaklar yapmalarının sebebi de buydu.

Aslında bu rahipler varken, Haman’lara da, orduya da ihtiyaçları yoktu. Çünkü bunca rahibin konuştuğu ve hakkı batılla karıştırdığı bir yerde, halkın hakkını aramaya mecali de hevesi de kalmıyordu. “Ya daha kötüsü gelirse?” diye halk, bir zalimden kurtulup diğerinin boyunduruğuna girmekten korktuğu için var olan zalimi el üstünde tutuyordu. Ama gelin görün ki zalim, zulmün doğası itibarıyla korkak ve tedirgin olduğu için, gölgesine dahi güvenemediğinden bolca ordu topluyordu.

Bu zalimlerin bir de aslında kendilerinden olan muhalifleri vardı. Güya bunlarla çatışır, bunlar güya halkın derdini dile getirirlerdi ama aslında her biri küçük birer zalimcik gibi yaşarlardı. Asla gerçek soruna dokunmaz, zalimi devirmek gerektiğini dile getirmez, halkın sadece öfkesini dindirmek için uğraşırlardı. Zulüm sisteminin sübaplarıydı bunlar. İktidar olmak gibi bir dertleri de yoktu çünkü var olan iktidar zaten kendi iktidarlarıydı. Gözleri açılan halkı peşlerine takıp o zulüm sisteminin içinde tutma görevlerini icra etmek için çırpınıp dururlardı.

Bir de zalimin pek de kâle almadığı ama onun için canla başla çalışan, onun ve çevresinin kırıntılarıyla karınlarını doyuran, resmi işlerini halleden bir güruh vardı. Bunlar da köleydi ama resmen atanmasalar da kölelerin çavuşları gibi bir konuma sahiplerdi. Hiçbir şeyden anlamasalar da her şeyi anlamış görünür, hiçbir şey bilmeseler de ahkâm kesmenin üstadı oluverirlerdi. Ve her sözleri zulme ve zalime övgü üzerineydi. Bütün hayatlarını, istikballerini zalimin saltanatının devamına bağladıkları için o saltanatı ayakta tutmak adına her şeyi yapabilecek tıynettelerdi. Bunlar zulmün yeni diniyle hem dünyalarını hem de ahiretlerini kurtardıklarını inanıp, hiç ölmeyecek gibi dünya için çalışmaya, dünyayı elde etmek için hakkı katletmeye, dünyalığı kendilerine de vereceğini düşündükleri için de mazlumları zalime kurban etmeye yeminliydi.

Kaldı ki bunların hepsi zalime gıpta etmekteydi. Kalplerinde zulmün en denîsi yatmaktaydı ama imkanları yoktu. O sarayda bunlardan biri otursaydı muhtemelen o zalimi fersah fersah geride bırakırdı. Ama madem öyle bir imkanları yoktu o halde hep birlikte var olan, yalan, dolan, talan, soygun, rüşvet, torpil ve gasp iktidarını korumaları gerektiğini düşünürlerdi ki kendi küçük saltanatlarında da rahatça zulmedebilesinler, çalabilsinler ve dünyaları için her ne gerekiyorsa utanmadan, çekinmeden yapabilsinler.

İşte tüm bu güruhlardan ve sayamadığımız daha nice uşaklardan cesaret alan bu yazının konusu olan zalimler, gayet pervasız, utanmaz, aymaz ve umursamaz bir yapıdaydılar ve kendilerinden başkasına yer olmayan, ilahı oldukları bir dünyanın muktediri olarak yaşamaktaydılar. Kendilerine, halkın aç, fakir, yoksul ve yoksun olduğu söylense hemen celallenir “hani nerde aç var?” diyerek saraydaki çevrelerini örnek gösterirlerdi. Yoksulluğun da iftira olduğunda ısrar eder, yine kendi çevrelerindeki bolluğu bunu ispatlamak için ortaya sürerlerdi. Halk fakirleştikçe zenginleşen kendilerini ve çevrelerini sürekli olarak gündemde tutup “devletimiz bu sene şu kadar büyüdü, gelirimiz şu kadar arttı” diyerek övünürlerdi.

Tüm bunları halkın durumunu bilmedikleri için yapmazlardı aksine halkı o durumda tutarak sadece yönetebileceklerini ve eğer o halk açlıkla uğraşmaktan kurtulursa saltanatlarını sorgulayacağını bildiklerinden, bile isteye yaparlardı. Ama yine de halkın açlığı ayyuka çıkar da artık sağır olan kulaklarını bile delip geçseydi ” aç varsa siz doyurun” diyerek, sorumluluğu halkın derdini dile getirenlerin üzerine atarlardı. Asla halkı doyurma gibi bir görevlerinin olduğunu kabullenmez, saraylarında şatafat ve debdebeyle yaşamaya devam ederlerdi.

Peki ne oldu sonları? Bir sivrisinek o kıl aldırmadıkları burunlarından içeri girdi ve zulmün her türlüsünü tasarladıkları beyinlerini darmadağın etti. Veya belki de yüzlerce defa serinlemek için girdikleri bir nehir, bir anda ateş çukuruna döndü ve onları cehennemin dibine gönderdi.

Öyleyse tarihin hiçbir dönemindeki, ne geçmişteki, ne günümüzdeki ne de gelecekteki zalimlerden korkmanın, onlara bakıp hüzünlenmenin ve ümitsizliğe düşmenin manası yoktur. Çünkü zulmün kaderinde yok oluş vardır. Çünkü yeryüzünde habersiz olduğumuz milyonlarca “sivrisinek” ve sürekli akıp durmakta olan nice “nehirler” vardır. Yeter ki tüm bunların gerçek sahibine yönelmekten geri durmayalım. Ve yeter ki onlar istemeseler bile “Allah’ın c.c. nurunu tamamlayacağını” her daim bilelim ve bu hakikate iman edelim…

siyasetmektebi.com

Etiketler

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

 
Başa dön tuşu
Kapalı