ZULÜM MÜ YOKSA ZİLLET Mİ?…HANGİSİ GENETİK?…

“Kuşkusuz, Allah hiçbir toplumun durumunu, onlar kendilerinde olanı değiştirmedikçe değiştirmez.”(Rad 11)
Türlü hastalıklara düçar olduğumuz bu asırda sürekli olarak duyduğumuz bir terimdir “genetik”. Kaynağı tam olarak tespit edilemeyen rahatsızlıklarımızın izahı için doktorlar tarafından adeta icad edilmiş sihirli bir sözcüktür. Bu sözcüğü duyduğumuzda bütün isyanlarımız dinmekte ve kaderimize teslim olmaktayız. Nasıl olsa genetikmiş diyerek var olan durumu daha rahat kabul etmekte ve hastalığın kökenini bulup yok etmektense, günü kurtaracak ilaçlara müptela olmaktayız.
Elbette bunu söylerken hastalıklara olan “genetik” yatkınlığı inkar etmek için söylemiyoruz. Derdimiz bu sözcüğün, bütün çabaların önüne set çeken bir anlam yüklenerek sunulmasının oluşturduğu vahim duruma dikkat çekmektir. Yüzde 75’i genetik ve yüzde 25’i çevresel faktörlere bağlı olan zeka bile, sırf genetik bağından dolayı aynı seviyede devam etmezken, hastalıkların genetik yatkınlıkla kaçınılmaz hale gelmiş olmasını ve üstelik neredeyse çaresizmiş gibi sunulmasını kabul etmemiz beklenmemelidir. Zira yedi sülalesi “dahi” olan birini doğumundan itibaren, zekasının gelişmesine müsait olmayan ve zekasını törpüleyecek olan bir ortama koyup, bir de bu zekayı köreltecek bir eğitimden geçirirseniz (bir çoğumuzun muhatap olduğu türden bir eğitim gibi mesela), o şahsın “dahi” olma ihtimali kalmayacaktır. Burada genetik yatkınlığın bir manası yoktur. Bu yüzden bugün kullanıldığı ve bizlere sürekli empoze edildiği şekliyle bir “genetik” yatkınlığı kabullenmemiz, hem toplumsal hem de bireysel sağlığımıza kasteden süfyanilerin oluşturduğu ortama itiraz etmeyip, “bu hastalığa yakalanmamız zaten kaçınılmazdı” çaresizliğine bürünmemize neden olacaktır ve bu çaresizlik tüm virüslerin ve hastalıkların kaynağının ömrünü uzatacaktır.
Yukarıda ki uyarıya ve yapılması gerekenlere yazımızın sonlarında tekrardan değineceğiz. Bundan önce ele almak istediğimiz asıl husus, toplumsal anlamda muhatap olduğumuz hastalıkların, zulümlerin kalıtımsal bir yönü bulunup bulunmadığıdır. Eğer bu zülümleri “genetik” olarak açıklarsak ve kalıtımsallıkla ele alacak olursak o halde mazlumiyet ve hatta zillette “genetik” midir, analiz etmemiz gerekecektir. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, toplumlarda bireyler gibi yaşam döngüsüne sahiptir ve doğar, gelişir ve ölürler. Kur’an bu gerçeği önceki toplumları ve onların yaşantısını örnek vererek ve “onlar gelip geçmiş bir ümmettir” (Bakara 134,141) buyurarak belirtmiş ve toplumların da gelip geçen ve kazandıklarından hesaba çekilecek olan özelliğinden bahsetmiştir. Fakat hak ile batılı bir bütün olarak ele aldığımızda, yaratılıştan itibaren hem bireysel olarak hem de toplumsal olarak varlığını devam ettiren bu iki cephenin, asırlar sonrasında gelen temsilcilerinin, yine kendilerinden asırlar öncesinde gelen temsilcilerle aynı özellikleri taşıdığını da idrak etmiş olacağız. Bu anlamda hem hak hem de batıl, kalıtımsal olarak belli oranda varlığını devam ettirmekte ve uygun koşulları hangisi bulursa o çağda ve o coğrafyada neşv-u nema bulmaktadır.
Bireylerin kalıtımsal özelliklerini kendilerinden sonraki nesillere aktardıkları bilimsel bir gerçeklik olduğu gibi, sosyolojik anlamda da toplumların birçok kültürel özelliği ve yapıyı sonraki nesillere aktardıkları bilinen bir gerçektir. Bireylerin sahip olduğu bilinçaltları onların birçok davranışını şekillendirdiği gibi, yüzlerce yıllık birikimden oluşan toplumsal bilinçaltı da toplumların türlü olaylar karşısındaki tavırlarını belirlemekte ve hayatı şekillendirmektedir. Bir toplumda fazilet sayılan herhangi bir davranışın başka bir toplumda ayıp olarak telakki edilmesi, farklı kültürel birikimlerin ve toplumsal genetik yapının da ifadesidir aslında. İşte bu noktada yukarıda da bahsettiğimiz gibi biz, insanoğlunu hak ve batıl olarak iki toplum şeklinde ele almayı, bu ele alış sırasında milliyeti veya kültürü değil de geçmişten bugüne kadar süregelen hakimiyet savaşında sergilenen tavırla hem hakkın hem de batılın sergilediği kalıtımsal özellikleri ortaya koymayı bu yazımızda amaçladık.
Kur’an-ı inceleyen ve ayetlerden az çok haberdar olan herkes, özellikle firavun ve nemrutun batıl cephesinin iki önemli sembolü olduğunu ve hükmettikleri dönemlerde halklarına yaptıkları zulümleri bilir. Bu iki zalim, bugünkü süfyanilerin de ataları olarak batıl cephesinin genel karakterini ortaya koymuş ve bu cephenin gücü eline aldığında neler yapabileceğini fiilen göstermişlerdir. Bugün muhatap olduğumuz süfyanilerin, bu tür zalimlerle her ne kadar bilinen bir kan bağı bulunmasa bile, fikren torunları oldukları bu zalimlerden, zulmü kalıtımsal yolla aldıkları ve atalarının izinden gidip aynı metodlarla halkı sindirdikleri biraz basiret sahibi olanlarca malumdur. Her iki zalimin Allah’a (c.c.) savaş açtıkları, kendi heva ve heveslerini kanun diye dayattıkları, ekine ve nesle saldırdıkları, hedefleri uğruna insanları rahatça katlettikleri, kendilerini ilah ilan ettikleri, sihirbazları vasıtasıyla halkın gözünü boyadıkları, hakkın temsilcileriyle mücadele ettikleri, hiçbir nasihatten anlamadıkları, şeytana tabi oldukları, dünyevi güçlerine aldandıkları, halkın inancını arzuları doğrultusunda şekillendirip halkı din ile aldattıkları vb. türlü özellikleri Kur’an’da çeşitli surelerde ve ayetlerde açıklanmış ve hak cephesi batılın temsilcilerine karşı uyarılmıştır.
Bugünün süfyanileri de geçmişteki fikir ataları gibi, dine karşı dinle mücadele edip, çeşitli sihirbazlarla halkı uyuturken, kendilerini ilah ilan ederek, büyük şeytanın planlarını uygulamayı amaç edinip Allah’a (c.c.) ve hak cephesinin taraftarlarına savaş açmış, iktidarını ele geçirdikleri coğrafyalarda ekine ve nesle saldırmış, kendilerine karşı gelenleri çeşitli vesilelerle yok etmiş, heva ve heveslerini kanun ilan etmişlerdir. Böyle bakıldığında, zulmün genetik olduğunu ve bir çok özelliğinin kalıtımsal olarak yeni nesil zalimlere geçtiğini söylemek yanlış olmasa gerek. Üstelik bu yeni yetme zalimler, geçmişlerin hatalarından da dersler çıkararak, şer de ve şeytanlıkta daha da kamilleşmekte ve geçmişlerin ulaşamadıkları hedeflerine bir adım daha yaklaşmaktadırlar. Yeni durumlara uyum sağlayıp tedaviyi geciktiren ve hastalığı ağırlaştıran virüsler gibi, yeni zalimlerde bir nevi kendilerini geliştirmektedirler.
Peki hak cephesinde durum nasıldır? Zillet genetik midir? Yenilgi kaçınılmaz mıdır? Boyun eğme kalıtımsal mıdır? Tüm bu sorulara batıl cephesinin vermemizi istediği cevap her zaman “evet” olacaktır. Çünkü bu tür bir mantığa hükmetmek daima kolaydır. Oysa İnsanlık tarihi zulmün bir çok özelliği ile her asırda benzerlik gösterip kalıtımsal yönünü bizlere sunduğu gibi, hak cephesinin mücadelesinin de kalıtımsal olduğunu ama zilletin asla ve asla genetik olmadığını açıkça göstermektedir. Evet… Kalıtımsal olan mücadeledir. Direniştir. Hak cephesi batılın karşısında her daim dimdik durmuş, Peygamberler (a.s.) ve İmamlar (a.s.) vasıtasıyla direnişini sürdürmüş ve miras olarak kendinden sonraki nesillere ulaştırmıştır. Halkın neredeyse tümünün zilleti kabul ettiği dönemlerde bile hak cephesinin temsilcileri, kendilerinden önceki nesillerin mücadelelerinin devamı olarak ortaya çıkmış ve batıla meydan okumuştur. Hiçbir dönemde zilleti kabullenen hakka rastlanılmamıştır. Zulmün en şiddetli olduğu asırlarda dahi, Kerbela’ya koşacak bir Hüseyin (a.s.) daima bulunmuştur.
Zilleti de zulüm gibi genetik olarak bizlere sunan süfyanilerin aksine, bugün hak cephesinin gözünün nuru, yüzünün akı, onuru ve hamisi olan İran İslam İnkılabı, hakkın izzetinin kalıtımsal bir örneği olarak varlığını sürdürmektedir. Zilleti ayaklarının altına alan ve yenilgiler çağının kapandığının müjdesini bizlere veren direniş cephesi ve Hizbullahi ümmet, bu genetik bozukluğa isyan etmiş ve hastalığın köküne inerek tedaviye başlamıştır. Mücadelenin ve azmin genlerine işlemiş olduğu kahramanlar, zilleti ümmetin sırtından alıp küfrün ve zulmün sırtına atmış, böylece doktor kılığında karşımıza çıkıp zillet hastalığına boyun eğmemizi ve yapacak bir şeyimizin olmadığını bizlere telkin eden süfyanileri rezil rüsva etmişlerdir.
Hak-batıl savaşında batılın genlerindeki zulme karşılık, hakkın genlerinde mücadele ve izzet bulunmaktadır. Ve yine batıl hakka mağlup olmak zorundadır. Çünkü kaderinde bu vardır. Yeter ki bizler Allah’ın (c.c.) bizlere sunduğu nimetlere yüz çevirmeyelim. Yeter ki kendimizde olan yanlışları düzeltip Allah’ın (c.c.) da bizi düzeltmesini umarak ömrümüzü hakka adıyalım. Ve yeter ki elde ettiğimiz iyiliklere ve güzelliklere nankörlük edip de Allah’ın (c.c.) onları bizim elimizden almasına neden olmayalım. Unutmayalım ki biz kendimizde olanı değiştirmedikçe Allah (c.c.) da bizim durumumuzu değiştirmeyecektir.
siyasetmektebi.com