HasbihalSon Yazılar

“YANMAYAN” KEFENLE YAKILAN DAREYN…

Şarlatanların başına sarık sarıp, onlara sakal uzattırıp sırtlarına da bir “cüppe” atarak piyasaya süren “materyalist” İslam(!) anlayışında “Akka soğanı” misali her “rivayet” aynı zamanda bir ticaret metaı olarak kabul edildiği için bu dinin tellalları zevk-u sefa içinde yaşarken, onların sırtına bindikleri müminleri her zaman yoklukla imtihana maruz kalırlar. Bu dindeki mevcut “kast” sistemine göre “şeyh” ve çocukları her türlü fecaati işleseler bile kendilerine itaat edilmesi farz olan kişiler olduğundan onların hemen yanıbaşlarındaki yalakaları da aynı derecede kıymetli olurlar ve zaten bu yalaklar sayesinde bu şeyhler cehalet zindanında müebbet hapse mahkum olmuş garibanların gönlünde uçarlar.

Çünkü bu yalakalar varlıklarını, dünyalıklarını, şanlarını ve şöhretlerini bu şeyhlere borçludurlar ama aynı zamanda şeyhler de bulundukları makamlarını ve sürdürdükleri devranları bu yalakalara borçludurlar. Böylece bu iki zümre altlarında kalanların emeklerinden, saflığından ve hüsn-ü zannından alabildiğine nemalanırken onların üst kademeye ulaşmalarının önünü yüksek duvarlar ile engellerler. “Biz söylediysek doğrudur, kaynak falan sormayın” türünden sözlerle her sohbetlerinde oraya gelenleri cehalet havuzunda baştan ayağa yıkayarak adeta gusl verdirten bu şaklabanların ellerindeki en önemli koz da bu yüzden her zaman bilgisizlik, eğitimsizlik ve safdillik olmuştur.

Televizyonun türlü haramlarından bahsederek müritlerini kendi deyimleri ile o şeytan icadından uzak tutanların kendileri şeytanın kucağına aynı tv kanallarında oturup stand-up yaparak dinin bütün temelleri ile dalga geçerken “Ya sizi bu kanallarda görürlerse ne olur?” sorusuna daha önce oluşturdukları safdillik zeminine de güvenerek gayet pişkin bir şekilde “Onlar tv izlemez ki. Bu yüzden söyleseniz de inanmazlar” diyebilmeleri de işte yukarıda bahsettiğimiz kast sisteminin belki de yüzlerce yıl boyunca gönüllere, zihinlere işlemesinden dolayıdır. Bu dinde artık her şey “şeyhe” ve yakınındaki yalaka ve şaklabanlara serbest ve caizken, onları takip edenlerin dünyadan el etek çekmeleri ise farzdır çünkü.

Bu şeyhler her dönem saraylarla, iktidarlarla ve idarecilerle içli dışlı oldukları için de zaten “başlarında zalim bir yönetici de olsa itaat etmeyi” bu dinin temel rükünlerinden biri olarak öğrenirler bütün müritler ve sadece kendi nefisleri ile mücadele ederek girecekleri cennete odaklandırılırlar “usta”ca. Oysa toplumsal temizlik ve arınmanın olmadığı yerde nefislerin arınamayacağını, bunu iddia edenlerin sadece o nefisleri uyuşturduğunu ve üstelik kendilerinin nefislerini terbiyeden sorumlu tuttukları şeyhlerinin ve yalakalarının kendi nefislerinin sınırsız bir şımarıklığa müptela olduğunu, boğaza nazır villalarda kuş sütünün de dahil olduğu sofralarla o nefislerini doyurduklarını ve kendi hayallerinde dahi göremeyecekleri otomobillerle “tayyi mekan” ettiklerini bir anlasalardı hastalıklarının kaynağını da bulmuş olurlardı.

Suya sabuna dokunmayan bu dinin habire ceplerine dokunduğu, imanlarına ve saflıklarına saldırarak mecalsiz bıraktığı bunca müridin zaten düştüğü en büyük yanlış da tam olarak budur işte. Bu noktada mezhebin de bir önemi yoktur çünkü bu dinin “şeyhleri” kadar “molları” da meşhurdur ve sattıkları ilim(!) ile her iki “alim”(!) güruhu da “zalim”lerin sofralarında yer bulmakta zorlanmazlar ki bu “alim”ler ile “zalim”ler arasındaki tek fark bir harften ibarettir. Bu çıkar ilişkisinden dolayı bahsettiğimiz kast sisteminin tepesinde “zalim”ler, hemen altlarında “alim”ler(!), onların altında “şaklabanlar” ve en altta da müritler vs. bulunur ve bu kast sisteminin geçim kaynağı da hep müritler olur.

Bu müritlere dini anlatanların her daim dünyaları ihya olurken, bunlardan dini öğrenenlerin nedense dünyaları harap olur ama ellerinde şükür ve rıza kadehleri tutuşturulup sarhoş edilerek hülyalara dalmaları sağlanır. Ruhları doyurulanların(!) nedense mideleri her daim aç kalır ama o ruhları doyuranların göbeklerinde birikmiş olanlar koskoca milletlere yetecek kadar çoktur. Ve bu düzenin en belirgin misallerinden biri de yazımızın başlığında belirttiğimiz “yanmayan kefen” tüccarlığıdır. Öyle ilginç bir tüccarlıktır ki bunu ne Adam Smith, ne de Makyavel kendi kuramları ile açıklayabilecek güçte değillerdir. Şeytan muhtemelen bu tüccarlığı icad edene ve bu kadar mükemmel bir şekilde halka sunana günde beş vakit secde etmektedir.

Cehennem narı üzerinden kurguladıkları korku imparatorluğunda korkuyla eşiklerinde sessiz sedasız tuttuklarına çareyi de kendileri sunan bu tüccarlar, müritlerine nasıl yanmayacaklarını öğreteceklerine onlara “yanmayan” kefenleri pazarlayarak hem tabiri caizse etlerinden ve sütlerinden faydalanmakta hem de aslında bilinçaltlarına “günah işleyin nasıl olsa bu kefenler sizi yanmaktan koruyacak” türünden mesajlar yollayarak hem dünyalarını hem de ahiretlerini yakmaktadırlar.Ayrıca kendilerini takip edenlere acıyıp (tabi samimi olsalardı) bu “yakmayan kefenleri” ücretsiz vermeleri gerekirken, bunların üzerinden de para kazanma hırsları bile bu tiplerin ellerinde semer ile sırtı boş eşek arayan uyanıklar olduklarını da güzelce ispatlamaktadır.

Hatta bir de sırattan geçiren terlik icad edip onu da envanterlerine katan ve sırat köprüsünde yaşanacak olası bir talihsizliğe karşı da takipçilerine yeni bir güvenlik paketi sunan bu pazarlamacılara “yuh artık” dememek için hakikaten evrim teorisinin öznesi olmak gerekmektedir. Ama şu da var ki bu tipler kendi takipçilerine bir de “hamili kar yakinimdir” misali kıyak geçerek “Orada sorarlarsa deyin ki ben falanca taikatin filanca koluna mensubum, hemen cennete koyarlar sizi” tüyosunu da verdikleri için çok da üzerlerine gitmemek gerekir.

Bunların başka mezhepten mensupları ise benzer olarak neredeyse sadece tevessül etmeyi bütün günahlardan arınmaya ve bir tür günah çıkartmaya vesile kıldıkları için niyet, amaç, hedef ve metod bakımından bunlarla vahdete ulaşmış durumdadır. Ki her iki cephenin de yaladıkları çanaklar “yuvarlak” masaların üzerinde, binlerce odalı sarayların içindedir. Çünkü bunlar ihanet ve nifak sofralarına Kur’an’ı, Ehl-i Beyt’i (a.s.), İslam’ı,sünneti meze yapanlardır. Bunların dini anlattıkları coğrafyalarda ve tarihlerde Kur’an, Ehl-i Beyt (a.s.), sünnet her zaman mızrakların ucunda, mitinglerin içindedir. Bunların anlattıkları Resulullah (s.a.a.) (haşa) zalimleri iktidarda görmek isteyen, onları halkın başına musallat edendir. Ehl-i Beyt (a.s.) ise (haşa) geçmişte bir ara idareye talip olan ama bugünlerde asla siyasi bir hedef gütmeyen, geçmiş Yezid’ten (l.a.) sonra bir daha da hiçbir Yezid (l.a.) ile uğraşmayan hatta aksine onun varlığını onaylayan, Fedek’in sınırlarını tüm İslam aleminin sınırlarıyla eşdeğer tutmaktan vazgeçip kendisine dokunulmadığı sürece hak hukuk talebinde bulunmayan, sarayları ziyaret eden, o saray sahipleriyle sofralarda oturan, “kargaşa” çıkarmamak adına zilleti izzete tercih eden, haksızlık karşısında eğilen ve hakkıyla birlikte şerefini de kaybeden İmamlardan ibarettir.

Böyle materyalist bir dinin böyle materyalist mezheplerinin varlığı da bu yüzden kaçınılmazdır. Bu dinin hedefi sadece dünya olduğundan iman ile, Allah (c.c.) ile herhangi bir bağı bulunmadığından dolayı bu dinin şeyhlerinin, alimlerinin ve mollalarının bütün gayretleri de dünyalıkları kazanmak ve kazandıklarını korumaktır. Bunu yaparken kutsallıktan ve kutsalları kullanmaktan çekinmemelerinin nedeni de budur zira bunların inandığı tek kutsal “çıkarları”dır. O çıkarları elde tutmak için hikayeler uydurmak, cennetten arsa satmak veya cehennemde yanmayan kefen satmak ya da sırattan geçiren terlik üretmek gayet doğaldır.

Doğal olmayan ise Allah’ın (c.c.) kendilerine verdiği aklı hangi saikle olursa olsun başkalarına peşkeş çekip kendi hayatlarını zindana çevirenlerin din adına takip ettiklerinin hayatlarını bu dünyada cennet kılmalarıdır. “Evlerinde yiyecek ekmekleri olmadığı halde kılıç kuşanıp meydana inmedikleri” gibi bir de buna şükredenlerin varlığıdır anormal olan. Kendilerine haram kılınan dünyanın takip ettiklerine neden helal olduğunu bir türlü soramayanların aldıkları nefesten mutlu olmalarıdır acaip olan. Nefislerini terbiye etme adına izzet-i nefislerini “dar”a çekenlerin, varlıklarından faydalanarak nefislerini şah, padişah ilan edenlere sessiz kalışlarıdır tuhaf olan.

İşte bu döngü devam ettikçe daha çok kefen satılacaktır zaten yaşarken ölmüş olanlara ve daha çok terlikle değişecektir ayaklarındaki ayakkabılar. Ta ki ezilenler cehennemin bu dünyadan başladığını ve ruhlarının zaten şu an yanmakta olduğunu farkedene kadar satılacaktır yanmayan kefenler. Ya da ziynet eşyalarıyla gömülüp diğer alemde de firavunluk taslayacağını zannedenlerin düştükleri ibretamiz durumlara düçar oluncaya kadar devam edecektir bu uyku.

Oysa sırattan geçecek olan amellerimiz, ateşe ilk düşecek olan da ruhlarımız olacaktır. Bunları kurtarmanın yolu ise bu dünyada izzet ile yaşamak ve zilleti red etmektir. Yoksa “ne namazınız, ne ibadetleriniz, ne yaşamınız veya ölümünüz yalnızca alemlerin rabbi olan Allah c.c. için” olmayacaktır ve ateş sizinle birlikte o kefeni giyecek, sizinle birlikte o köprüde yürüyecektir…

siyasetmektebi.com

Etiketler

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

 
Başa dön tuşu
Kapalı