Ehl-i BeytSon Yazılar

VELAYETİN HAKİMİYET SINIRLARI…

İmam Musa

Yaratıldığı andan itibaren şeytanın düşmanlığıyla muhatap olan ve bu büyük düşmanın yoluna kurduğu tuzaklara defaatle düşen insanoğlu, ilk “vatanı” olan cennetten kendi hatası ve imtihan edilme gayesi ile sürüldükten sonra, asıl yurduna dönmek için gönderildiği dünyayı vatan edinmiş, bu arzın halifesi olarak tüm yeryüzünün hükümdarlığını elinde bulundurmuştur. Yeryüzünün hilafeti Allah (c.c.) tarafından salih kullara tevdi edilmişken, zamanla şeytanın vesveselerine ve dünyanın süslerine aldanan bir grup yoldan çıkmış ve hakimiyeti türlü yollarla salih kullardan almış, yeryüzünü fitne fesadla doldurmuş, ekini ve nesli yok etmeye gayret göstermiş, insanları asıl yaratılış gayelerinden uzaklaştırmıştır. Tüm yeryüzünü bir arada, hakkın emrine göre idare etmesi gereken insanoğlu, kendi heva ve heveslerine aldanarak, sahiplenme arzusuyla arzı bölüp küçük parçalara ayırmış, hakimiyet kurduğu yerlerde hakkın kurallarını değil kendi kurallarını uygulamış, gönderilen uyarıcılara savaş açmış ve tuğyanında sınır tanımaz hale gelmiştir.

Allah’ın (c.c.) dostlarının düşmanları olan zalimler, kendi aralarında da hırslarının kurbanı olup insanları çizdikleri suni çizgilere hapsedince, birbirlerinden bihaber ve hatta birbirlerine düşman toplulukların ikamet ettiği topraklar “vatan” ve “yurt” adıyla nitelendirilmeye ve zalimlerin saltanatlarının kurbanı olan insanlar bu nitelendirmeye kanarak küfür düzenlerinin savunucuları olmaya başlamışlardır. Bir toprağı “vatan” sayanların, bir başka coğrafyadaki kardeşinin derdini umursamadığı, kendi “vatanının” bekası(!) uğruna bir başka toprağın mazlumlarının kanını akıtmayı hak bildiği zamanlarda bu kavram, zalimlerin saltanatlarının referansı haline gelmiştir. Tüm yeryüzünde, salih kulların önderliğinde refah içinde birlikte yaşaması gereken insanlar, üretilen düşmanlıklara ve sahte değerlere kanarak, yeryüzünün çok küçük bir bölümünü ve o küçük bölümün kısıtlı imkanlarını kabullenerek hem dünyalarını hem de ahiretlerini tehlikeye atmışlardır. Çünkü dönülecek asıl yurt olan ahirette çizilen bu sınırların zerre miktarınca anlamı ve değeri olmayacaktır. Ve bizler “İçinde bulunduğunuz refaha ve yurtlarınıza dönün! Çünkü size sorular sorulacak!”(Enbiya 13) ayeti gereği orada elbette ki sorgulanacağız. “

İşte yeryüzünün hilafetini salih kullardan gaspetmiş olan zalimlerin büyüklerinden Harun Reşid’in, o dönemde ehl-i beyt’in (a.s.) hakimiyetini temsil eden fedek’i İmam Musa’ya (a.s.) verip kendini aklatmak için düzenlediği oyuna İmam Musa’nın (a.s.) cevabı aslında bu günümüzde de velayetin hakimiyet alanını çizmekte ve “vatan” kavramının tanımını yeniden yapmamızı gerektirmektedir. Tarihte şöyle kayıtlıdır :

“Harun Reşit, İmam Musa b. Cafer’e şöyle der: Ey Eba’l-Hasan size geri vermem için Fedek’in sınır ve hududunu belirle. İmam bu işi yapmaktan kaçınır. Harun Reşit ısrar edince İmam (a.s) şöyle buyurur: Ben onun gerçek sınır ve hududunu belirleyeceğim. Eğer bu işi yaparsam onu geri vermezsin! Harun onun hududu ne kadardır ki ceddin hakkı için belirle diye söyler. Sonra İmam (a.s) şöyle buyurur: İlk sınırı Aden’e kadardır. Bu esnada Harun’un çehresi değişir ve devam et diye söyler. İmam ikinci sınırının Semerkant olduğunu buyurur. Bunu duyunca çehresi siyah kesilir. İmam üçüncü sınırının Afrika olduğunu söyler. Harun’un rengi kömür gibi olur ve devam et diye söyler. İmam dördüncü sınırının da Hazar ve Ermenistan’a kadar olduğunu buyurur. İş buraya varınca Harun şöyle der: Gel yerime otur! Buna göre bize bir şey kalmıyor! İmam şöyle buyurur: Sana Fedek’in sınırını belirlediğimde onu bize geri vermeyeceğini söylemiştim. İşte burada Harun, İmam Kazım’ı öldürme kararını alır.” (Zamahşeri)

Bu tanımlamayla hem hak hilafetin ve velayetin sınırları hem de “vatanın” sınırları çizilmiş olmaktadır. İslam bütün müslümanları bir vücudun azaları gibi tanımlarken onların bölünüp parçalanmasına elbette rıza göstermeyecektir. Bütün mazlumların ve müslümanların yaşadığı coğrafyalar istisnasız bütün müslümanların sahiplenmesi gereken “vatanlarıdır.” Hiçbir dil, ırk, millet tanımı ümmetin arasına sınır çizmeye neden olacak değeri taşımamaktadır. Hatta “mazluma dini sorulmaz” ilkesi gereği, mazlumların yaşadığı coğrafyalar da, dinleri ne olursa olsun bizlerin sahiplenmesi gereken “vatan”larımızdır. Yaratılış itibari ile kardeş olduklarımızın çektiği sıkıntıları sahiplenmemek, niye yaratıldığımızı unutmak olacaktır.

Zalimlerin “vatan” tanımlaması, İslam’ın tanımlamasının aksine, suni sınırlarla birbirinden ayrılmış olan, birbirlerine düşman haline getirilmiş halkların yaşadığı, toprağın putlaştırıldığı, zulmün sistemleştirildiği, her türlü fecaatin kendisiyle maskelendiği, saltanatlarının devamının garantisi haline gelen, bölmenin, uyuşturmanın, kinin, düşmanlığın kaynağı bir tanımlamadır. Zalimler iktidarlarını sürdürebilmek için bu kavramı ve bu sakat mantığı o kadar çok derinleştirirler ki bir ülkedeki şehirler bile birbirine düşman haline gelir, birbirlerinden nefret eden şehir halkları bir araya geldikleri ilk ortamda birbirlerinin canlarına dahi kastedebilirler. Irkçılığın, milletini üstün gören milliyetçiliğin, şehirciliğin, aşiretçiliğin ve hatta sülaleciliğin had safhada olduğu toplumlarda zulüm her daim kendini gizleyebilmekte, zalimler ellerindeki “vatan, millet” uyuşturucusunu insanların damarlarından zerk etmekte ve kendi hesapları uğruna iki komşu ülkenin halklarını birbirlerine “ustaca” kırdırtmaktadırlar.

“Süfyani sistemlerin” “vatan, millet” teranesine kananların bizlerin sistemin temelin yaptığımız itirazlara bu meyanda karşı çıkmaları yukarıda bahsettiğimiz yanlış “vatan” algısının sonuçlarını da gözler önüne sermektedir. Oysa bu sistemlerin zulmüne maruz kalanların bilmeleri gereken husus şudur ki; kendilerine “vatan” sevgisini (!) aşılayanlar Harun Reşid misali zalimlerdir. Bu zalimler bu sevginin(!) sarhoşlarının potansiyellerini kullanarak, hak hilafetin ve velayetin sahiplerine düşmanlık etmekte ve onları zulümlerine maruz bırakmaktadırlar. Bu sevgiyi(!) bahane edenler, yeryüzündeki mazlumların acısına kulak tıkayanlar, ümmetin bir arada bulunması gibi bir derdi olmayanlar, zalimlerin “vatandaşı” olarak haşrolacaklardır. “Vatan, millet, sakarya” teslisine iman edenler, vatanı milleti soyan, hırsız, gaspçı, katil zalimlere ses çıkarmayı düşünmeyenler, onları yetiştiren sistemi kutsayanlar, rejimi ve süfyani sistemi “vatan”la eşleştirenler velayetlerini zalimlere bırakanlardır.

Tüm yeryüzü salih kulların iktidarı için yaratılmışken, zalimlerin iktidarda kalmalarını kabullenen “vatan” anlayışı, gayri İslami sistemlerin yetiştirdiği zihinlerin kaçıp sığındığı “in”leridir. Bütün müslümanların yegane amacı, iktidarı salih kullarda olacak “Birleşik İslam Cumhuriyetleri”nin bir an önce kurulmasına çaba göstermek olmalıdır. Zira tüm insanlığın kurtuluşu buna bağlıdır. Bu ümmetin vahdetinin ve tüm gücünün bir araya getirilmesi demek olacaktır ve böylece tüm yeryüzü mazlumlarının üzerlerindeki zulüm ve baskıyı ortadan kaldıracak bir güç ortaya çıkacaktır. Elbette ki bugünün şartlarında tüm sınırların bir anda ortadan kalkmasını beklemek şimdilik muhaldir. Fakat her coğrafyada yaşayan ümmetin mensupları kendi coğrafyalarında kuracakları bir İslam Devleti ile her türlü işlerinde bağımsız olsalar da sadece veliyy-i fakih makamına bağlı olmakla zalimlere karşı güçlerini birleştirebileceklerdir.

Çünkü velayet makamı devletler üstü bir makamdır. Bu makam tıpkı Resulullah’ın (s.a.a.) ve İmamların (a.s.) ümmet üzerinde sahib oldukları haklara sahip bir makamdır. Ümmeti idare işi “içimizden olan” bu “emir sahibinin”dir. Hiçbir coğrafi sınır bu hakkı sınırlayamaz. Ortaya çıkacak olan hiçbir hareket kendini velayete bağımlılıktan müstağni göremez. Görürse akıbeti zalimlerin eline düşmek ve ümmete ihanet etmek olacaktır. Kim ki liderlik iddiası ile ortaya çıkacak olursa “sizden bir imam varken çıkacak olan ikincisinin boynunu vurun” hadisince ortadan kaldırılmalıdır. “O orada biz buradayız” diyenler, Resulullah (s.a.a.) yaşasaydı O’na (s.a.a.) rağmen kendi kafalarına buyruk hareket edebilecekler miydi? Ederlerse imanlarının durumu ne olacaktı? Bunlar üzerinde düşünülmelidir. İmam Musa’nın(a.s.) çizdiği sınırlar velayet makamının hükmetme makamı olduğunun da ispatıdır. Bu yüzden başka coğrafyalarda yaşayıp da Velayeti sınırlara hapsedecek tutumlar içine girenlerin mekteple uzaktan yakından ilgisi yoktur. Zira “velayeti anlamayan imameti anlayamaz, imameti anlamayan nübüvveti anlayamaz, nübüvveti anlamayan da Allah’ı tanıyamaz, idrak edemez, anlayamaz.” İnkılabın değerli ulemasının bu konudaki fetvalarına bakanlar ne demek istediğimizi anlayacaklardır.

Son olarak “vatan” kavramını küfürlerine ve zulümlerine dayanak yapanları Allah’a (c.c.) havale ediyor ve Nuh’un (a.s.) diliyle “Rabbim yeryüzünde kafirlerden yurt edinen hiç kimseyi bırakma”(Nuh 26) diye dua ediyoruz.

siyasetmektebi.com

Etiketler

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

 
Başa dön tuşu
Kapalı