VAHŞETİN VE KATI KALBİN MEZHEBİ…

Üstad Cafer Süphani’nin “Vahhabilik” adlı kitabında, delilleri ile ortaya koyduğu gibi, donuk aklın(!) ürünü olan ve İslami herhangi bir dayanaktan yoksun bulunan “vahhabilik” fikriyatına değinmeyi düşündüğümüz bu yazımızda, bahsi geçen düşünce(!) sisteminin iddialarını çürütmeye çalışmaktan ziyade, bu ve benzeri bakış açılarının kimlere ve nasıl hizmet ettiğine değinmeyi ve İslam’a verdikleri zararı gözler önüne bir kez daha sermeyi amaçlamış bulunmaktayız. Daha önce “Dine karşı din, mektebe karşı mezhep”(1) başlıklı yazımızda da kısaca değindiğimiz gibi bu tip sapkın fikirlerin, büründükleri İslam libasına rağmen, batılın elinde İslam’a vurulan darbelerde çok rahat bir biçimde kullanılan silahtan öte bir değerleri yoktur. Ve ümmet, bilinçlenerek ve uyanarak, batılın elinden bu silahı almak ve İslam’ı, kendi içinde türeyen bu vahşilere karşı savunmak zorundadır.
Bu savunmanın gerçekleşebilmesi için düşmanın iyi tanınması, kullandığı argümanların iyi bilinmesi ve zayıf noktalarının tespit edilmesi zaruridir. Karşımızda duran düşman, hak batıl savaşının başından beri batıl cephesinin üretebildiği en etkin silahlardan birinin öznesi konumunda olan, Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra İmam Ali’nin (a.s.) hilafeti sırasında sinelerinde gizledikleri küfrü, iman maskesi altında meydana çıkaran ve hakkı(!) talep eden batıl olarak tarihteki yerini almış olan bir düşmandır. Bu düşmanların alınları secde izlerinden dolayı nasır tutmuş ve bu düşmanlar “hak sözle batılı kastetme” uzmanı olmuşlardır. Liderlerinin kurnazlığına rağmen bağlıları düşüncesizliğin ve ahmaklığın kitabını yazabilecek kadar cehalet tutsağıdırlar. O kadar cahillerdir ki İslam adına İslam’ın tek hak temsilcisini mescitte ve üstelik namaz kılarken şehit edebilmektedirler.
Bu sapkınlıkta ki haricilerin tohumlarından olan İbn-i Teymiye ile yeniden dirilen ham softa, kuru akıl inancı, hiçbir zaman gerçek manada düşmanları ve zalimleri hedef almamış, İslam’ın şiarlarını hedef alarak ortadan kaldırmaya çalışmış, Yezid gibi bütün küfrün ve zulmün cisimleştiği bir alçağı müminlerin emiri olarak kabul ederken, İmam Hüseyin’i (a.s.) ceddinin tebliğ ettiği dine (haşa) isyan eden bir baği olarak telakki etmiştir. Günah deryası üzerine kurulu zulüm saltanatının emri altında yaşamaktan hicap duymazken, adaletin bedeni olan İmam Ali’nin (a.s.) (haşa) yanlışlarını ve hatalarını sayarak hakka(!) hizmet etmiştir. Halkın inancının temeline saldırmayı marifet bilip, bu temeli sarsmak için yalan uydurmaktan çekinmeyen şeytanın mezhebinin mensupları, güya Kur’anı kendilerine rehber edinip anlamadıkları ayetlerle (haşa) Allah’ı (c.c.) cisimleştirmiş ve habire işaret ettikleri şirke ve putçuluğa bulaşmaktan kendilerini kurtaramamışlardır.
Bu özellikleri ile yıllar yılı tüm İslam aleminden dışlanan ve lanetlenen bu inanç, emperyalizmin atası sayılabilecek İngilizler tarafından keşfedilmiş ve tam da hadislerde şeytanın boynuzunun doğacağı yer ve fitnenin merkezi diye tanıtılan Necd bölgesinde tekrar gün yüzüne çıkarılmıştır. Fikirleri gibi imanı da satılık olan Muhammed bin Abdulvahhab tarafından İbn-i Teymiyenin fikirleri üzerine yeniden dizayn edilen emperyalizmin İslamı, tekrar ortaya çıktığı o günden beri sürekli müslümanların başına bela ve zalimlerin İslam beldelerinde rahatça cirit atmalarına vesile olmuştur. Bu fikir yüzünden ümmet parçalanmış, birbiri ile savaşmaya başlamış ve emperyalizmin dişleri arasında çiğnenecek ve kolayca yutulabilecek bir lokma haline gelmiştir. Haktan yana zerrece nasibini almamış bu fikrin önderleri, dinlerini az bir pahaya satmayı yadırgamadıkları halde, ümmetin İslam’ı ve imanı diri tutmak için uyguladıkları amellerine ölesiye karşı çıkmış ve tekfir hastalığını İslam ümmetinin başına bela etmiştir.
Öyle ki bugüne gelindiğinde bu fikrin borozanlığını yapan hareketler, bulundukları ülkeleri ya kendileri viraneye çevirmiş, ya da zalimlerin oralara gelmelerine vesileler hazırlayarak bu tahribata ortak olmuşlardır. Yıllar boyunca Afganistan’da hayatı felce uğratan ve şanlı bir direnişi kendi emelleri doğrultusunda zulme peşkeş çeken, esrar üretimi yapan mücahidler(!) yetiştiren “vahhabilik”, hala bu ülkede gerçek anlamda zalimlere saldırmamakta ama halka karşı gayet vahşi olabilmektedir. Çeçenistan direnişinin zaferini hezimete dönüştürüp, küresel emperyalizmin en değerli silahı olduklarını ispatlayan “vahhabiler”, işgal edilen Irak’ta ne hikmetse büyük şeytana bir tek kurşun sıkmazken, pazar yerlerinde, camilerde bombalar patlatabilmekte, Kerbelaya gidenlerin kanını ataları gibi 1400 yıl sonra bile olsa dökmekten zevk almaktadırlar. Afrikaya küfrün müdahalesi için son zamanlarda inanılmaz gayret gösteren ve kendilerine verilen görevi layıkıyla (!) yerine getiren bu mezhebin mensupları, bulundukları ülkelerdeki hiçbir sorunla, sıkıntıyla ilgilenmezken, halkın saçına sakalına el uzatmayı cihad olarak telakki etmektedirler.
Son olarak Suriye’de o nurani(!) yüzlerini gösteren şeytana aşırı bağlı ve şeytanın dininin aşırısı olan bu tipler, ma’mur olan bir memleketi İslam(!) adına harabeye çevirmiş, sahabe türbelerine saldırarak İslam’a (!) hizmet etmiş, camilerde bomba patlatmış, okullarda çocukları öldürmüş, şeytanlarından aldıkları fetvalarla tecavüze nikah adını koymuş, ciğer yiyerek nineleri Hind’in has torunları olduklarını ispat, İsrail’e biat tazeleyerek hangi şeriati istediklerini beyan etmiş, Yezid’in ve hatta Ebu Leheb’in isimlerini taburlarına(!) koyarak onlara olan bağlılıklarını ortaya koymuş, küçücük çocukların başlarını dahi kesecek kadar vahşileşmenin mümkün olduğunu tüm yeryüzü insanlığına göstermişlerdir.
Elbetteki bu yazıları okuyan kardeşlerimiz tüm bunlardan haberdardır. Biz bu zulümleri burada beyan ederken amacımız tekrara düşmek değildir. Bu beyan ettiğimiz zulümler, bir resmin ortaya çıkan görüntüleridir. Böyle bir manzaranın çizildiği resmin içinde yaşayan bizlerin sormamız gereken asıl soru bu resmi çizen ellerin kimler olduğu sorusudur ki, yukarıda buna da değinmiş olduk. Bir diğer soru bu fikrin kime ve nasıl hizmet ettiği sorusudur. Kime hizmet ettiği aşikar olduğu halde nasıl hizmet ettiği üzerinde biraz düşünmek gerekir. Acaba bunca zulmü bu kadar açıkça ve herkesin gözünün içine sokacak şekilde gerçekleştiren bu alçaklar, sadece akledemedikleri için mi böyle davranmakta, yoksa bu kadar zalim olma ve zulmetme görevi kendilerine tevdi edildiği için mi rahat hareket etmektedirler? Bunu anlamak için yaptıkları eylemlerin ortaya çıkardığı sonuçlara bakmak yeterli olacaktır. İslam’a yeryüzünde muazzam bir meylin olduğu, batının madde dünyasının ruhları tatmin edemeyeceğinin anlaşıldığı ve medeniyetin aslının maneviyat kökenli olması gerektiğinin ortaya çıktığı bir dönemde, insanlığın hastalanmış ruhlarına derman olma ihtimali olan tek din İslam’ın içinden, hem de onu aşırı derecede uygulama(!) heveslisi görünenlerin ellerindeki satırlarla meydana çıkıp kafa kesmeleri, kadın, çocuk ve yaşlılara dahi acımamaları, vahşi hayvan kılıklı kişilerin dillerinden tekbiri düşürmemeleri, bütün inançlara ve dinlere kin kusmaları tesadüf olmasa gerektir. Emperyalizm sallanan tahtını bu vahşilerin eliyle sağlamlaştırmış, kendisinden tiksinip çare aramaya başlayan halkları bu manzaralar sayesinde susturmuş ve kendini ehven-i şer diye yutturmuştur.
Şunu da belirtmeliyiz ki “vahhabilik” sanıldığı gibi herhangi bir mezhebin veya ekolün ürünü değildir. Vahhabilik bir bakış açısıdır ve bu bakış açısı her dönem zalimler tarafından desteklenmiş ve şekillendirilmiştir. Vahhabilik bakış açısına göre bütün ekollere bağlı müslümanlar kafir oldukları gibi, dinlerinin dahi sorulması yasaklanmış olan mazlumlar katli vacip varlıklardır. Bu bakış açısı ortaya çıktığı zamanlarda sürekli saltanatlarla irtibat halinde olmuş, zalimlerin iş yapan en önemli gücü olarak sahnede bulunmuştur. Ama böyle bir fikriyat(!) ne kadar çabalasa da tek başına ayakta kalmayacağı için illaki kendisinin karşı cephesinde yer alıyor görünen bir ikiz kardeşe ihtiyaç duymaktadır. Çünkü beslenmesi ve yeni insanları zehirleyebilmesi için örnek göstereceği başka bir sapkınlığın bulunması zaruridir.
Bu anlamda tam karşı cephede görünen ve işi gücü lanet ve tekfir olan, kendilerinden olmayanları tekfir etmekten bir an dahi olsun çekinmeyen, bunu yaparken de ehl-i beytin adını kullanan sapkınlar, “vahhabiliğin” adeta imdadına yetişmiştir. Tarih boyunca bu her iki sapkınlık birbirlerini öyle güzel beslemişlerdir ki semirmiş sırtlanlar misali ümmetin başına bela olmuşlardır. Bugün de “vahhabiliğin” kadim koruyucusu İngilizlerin kucağında onlarca kanalda ehl-i beyti anlattığını iddia edip, salyalı ağızlarıyla hakaretler, lanetler savuranlar, ne hikmetse yine İngilizlerin himayesinde ümmeti tekfir etmekte, kan dökücülüğün sönen ateşine benzin taşımaya devam etmektedirler. Bu iki sapkın hareket var olmak için birbirlerine ve zalimlerin himayelerine muhtaç olduklarını fiiliyatlarıyla ortaya koymaktadırlar. Her iki sapkınlığın dostu küresel emperyalizm ve siyonizm iken, düşmanları İran İslam İnkılabı, direniş cephesi ve “vahdet” bilincidir. Bunların ağızlarından emperyalizme karşı tek bir söz dahi çıkmazken, ümmetin gözbebeği İslam inkılabına kin kusmak amentuları olmuştur.
İşte bu yüzden “vahhabilik” tekfirci bir bakış açısıdır ve hiçbir ekolle ilgisi yoktur demekteyiz. Sünni ekolün içinde “vahhabiliğe” meyilli olanlar çıkabildiği gibi, tekfircilik ve zulümle el sıkışma manasında şii ekolün içinde de “vahhabilik” tezahür edebilmektedir. Bu karanlıktan korunmanın ve karanlığın barındırdığı vahşetten sakınmanın tek yolu itidalin ve “vasat ümmet” (Bakara 143) olmanın temsilcisi olan İran İslam İnkılabının güneşine yüzümüzü dönmek, nurundan faydalanmaktır. Yoksa vahhabi şii ve sünnilerin safında, zalimlerin desteğiyle, ümmetin kanını döken vahşilerden olmak kaçınılmazdır.
1-https://www.siyasetmektebi.com/dine-karsi-din-ve-mektebe-karsi-mezhep.html
siyasetmektebi.com