“USTA”NIN ÇIRAĞI OL…

Mevlana (r.a.) der ki;
“Bir ustanın şaşı bir çırağı vardı. Bir gün ustası ona:
‘Bizim eve git rafta bir şişe var, onu al bana getir’ dedi.
Şaşı eve gitti, kapıyı açıp içeri girdi, ustasının dediği rafa bakınca iki şişe gördü, dönüp geldi.
‘Ustacığım, hangi şişeyi getireyim, çünkü dediğiniz rafta iki şişe var’ dedi.
Usta:
‘O rafta iki değil sadece bir şişe var, git onu getir’ diye tekrarladı.
Çırak ayak diretti, itiraz etti:
‘Beni boş yere azarlama usta, o rafta iki şişe var, açıkça hangisini getirmemi istiyorsan söyle onu getireyim’ dedi.
Usta çırağa anlatamayacağını, ne söylerse söylesin dinlemeyeceğini görünce:
‘Madem öyle, orada iki şişe var diye diretiyorsun git birini kır diğerini al getir’ dedi.
Çırak gitti şişenin birini yere çalıp kırınca ikisinin de gözden kaybolduğunu gördü.”
Hemen baştan belirtelim ki buradaki “usta”, bizim sürekli hünerlerinden(!) bahsettiğimiz, fitne, fücur, nifak ve zulümde mahareti ayyuka çıkmış olan “usta” değil, kendi halinde, ilgilendiği mevzuda kendini yetiştirmiş olup başkasını da yetiştirmeye çalışan “usta”dır. Bu hikayedeki “usta”nın ve onun şahsını örnek olarak gösterip bahsedeceğimiz diğer “usta”ların, malum “usta”dan en temel farkı, içinde yetişmiş oldukları toplumun bir parçası olup, o topluma gerçekten faydalı olmak isteyen, inançlarına bağlı, yaşadıkları topraklara sahip çıkan ve o toprakların halklarından bir parça olan, insanların dertleriyle dertlenip o dertlere derman olmak için çırpınan, mazlumun safında bulunup çile çekmeyi zalimin safında bulunup sefa sürmeye tercih eden, gözyaşları kalpten gelen, işini dürüst yapan, zulme karşı şedid olan, ellerinden ve dillerinden insanlığın emanda olduğu “usta”lar olmalarıdır.
Bunlar bağlı oldukları değerleri az bir pahaya satmadıkları gibi, gerçekten “değerli” olan değerlere bağlanacak kadar da basiret sahibi “usta”lardır. Haktan yana oldukları için halkla iç içedirler ve batılın “usta”ları ile hiç bitmeyecek bir kavgaları vardır. Bu kavga var oluş kavgası olduğundan batılın “ak” dediğinin “kara” olduğunu yüreklerinin derinliğinden hissederler ve varlıkları bir berfin gibi açar, yeryüzünün gözleri “ak” örtülerle perdelenirken, kalplerde. Dünyaya sahip olmak için dünyadakilere zulüm etmek gibi bir gayeleri yoktur diğer “usta”lar gibi. Aksine dünyayla kopardıkları bağları dünyayı bağlar onlara ve dünya var olabilmek, nefes alabilmek için ihtiyaç duyar bu “usta”lara.
Diğer “usta”lar esfele safiline doğru “duble yollar” inşa ederken ve takipçilerini bu yollardan en süratli şekilde ebedi kalacakları mekana doğru götürürken, bunlar namazı ikame ederek kurarlar ahsen-i takvim ile bağı ve burak olurlar sırtlanırlar insanlığı yükseltebilmek için o diyarlara. Batılın “usta”larının elleri kan ve gözyaşı ile kirlenirken ve o eller sıkarken insanların boğazlarını sıkan elleri, hakkın “usta”larının elleri bir yandan duadadır bir yandan süreyyada. Ki nur insin yeryüzüne de karanlık silinip gitsin cihandan. Şafak o ellerin vuslatı ile yanıp tutuşur da kızıllığı ile dile getirir aşkını. Yani dememiz o ki her “usta” bir değildir. Ve bizim hikayemiz hak yolunun “usta”ları ile ilgilidir.
İşte yukarıdaki hikayede bahsedildiği gibi bizim “usta”larımızda yetiştirmek isterler bizi. Daha önce çektikleri çilelerle biriktirdikleri tecrübeleri sererler yolumuzun üzerine. Gittiğimiz yoldan dönmenin vermiş olduğu basiret ile uyarı levhaları dikerler sözlerini kullanarak. Nereye dönüşün yasak olduğunu onlardan öğreniriz, nerenin tek yön olduğunu, çıkmaz sokakların nerede olduğunu onlar anlatmaya çalışır bize. İmtihan edilmeden önce dersi onlar anlatırlar. Hastalığımızın farkına varmadığımız dönemlerde erken teşhis onlardan gelir, derdimizi keşfettiğimizde ise derman onlardadır zaten.
“Oku” emrinin bizden önceki muhatapları olduklarından neyin nasıl okunması gerektiğine dair fikirleri vardır. Bizler küçük yaşamlarımızı sığdırdığımız odalardan ibaret sayarken hayatı, onlar kartallar gibi süzülürler gökyüzünde ve başka yaşamlardan, şehirlerden, ülkelerden bahsederler bizlere. Ve yeryüzünde yere yapışık olduğumuz için yaklaşan sinsi düşmanlarımızı farkedemezken bizler onlar gökyüzünden görürler gönülleri ile. Hissederler ve hissetmeyi öğretirler önce. Dost kim düşman kim nurları ile belirir birden ve düşmanın giydiği dost postu yanar bakışlarındaki alev ile. Üryan olur düşman ve çıkar meydana habaseti karşılaşınca hakkın “usta”larının basiretiyle.
Öyleyse bu “usta”lara çırak olan bizlerin azığı itaat olmalıdır. Sabırla takip etmeliyiz gittikleri yolu ve sözlerindeki hakikati bulabilmek için açmalıyız idrak kapılarını. Nemelazımcılık illetinden kurtulurken “ben bilirim” afyonuna müptela olmamak için beş duyu organımızdan da öte kalplerimizi sunmalıyız bu “usta”lara ki ilmek ilmek işlesinler hakkı yüreğimize. Aklımızın sınırları genişlesin diye sınırları kaldıranların takipçileri olmalıyız. Sormalıyız, sorgulamalıyız ama “görecelik” duvarının arkasında sorumsuzluk ağacı ekenlerin yaptığı gibi okyanuslarda kaybolup içtiğimiz suyun şifa olduğunu zannetmek için değil, ondan kana kana içenlere yol soranlar gibi ab-ı hayatı bulabilmek için sormalıyız. Şüpheyle başlayan imanı şüphe ile zehirleyip yok etmeden önce kesinliğin keskinliği ile fitne ve nifak otlarını biçenlerden almalıyız dersimizi.
Ki bir gün “git o şişeden birini kır” demesinler. Demesinler de kırılmasın imtihan rüzgarında bahçemizin taze fidanı. Ve hakikat acı ile göstermesin yüzünü bize. Onlar ki “gir şu tandıra” dediklerinde “har” “bahar”a dönüşür itaatin rahmetiyle, dik durabilmek için eğilmeli bakışlarımız varlıklarının önünde. Secde etmeyen şeytanın zelilliğine kanıp da özgürlük adına isyan etmemek gerekir Secdenin Sahibi’nin (c.c.) emrine ki o Kendisine (c.c.), Resulüne (s.a.a.) ve bizden olan “usta”lara emretmektedir itaati.Ve körle yatmaktan kurtulmamız gerekmektedir bu demde. Kurtulmalıyız ki gözlerimiz şaşı bakmaktan azade olsun artık. Çünkü körün gördükleri hayalden öte değildir, nefisinin heva ve hevesidir bize hayat diye anlattıkları. Kalbinin gözlerine mil çekmiştir amelleri ile ve seçtiği saf ile.
Bu yüzden hem bu dünyada hem ahirette devam edecektir körlüğü. Ve bil ki yol diye sunduğu uçurumdur onun, bağ diye çağırdığı dağ, saray dediği hakikatte viranedir, bülbül dediği karga. Peşisıra gidersen menzili çöldür bilesin. Seraptır vaha diye tarif ettiği. Ve bir süre sonra karışır hakla batıl birbirine, gerçekle yalan dost olur devam edersen böyle. Büyük küçük görünür, küçük büyük, “ak” kara olur kara “ak”, uzak yakın gibidir, yakın uzak mı uzak. Bozulur bütün dünya nimetlerinden daha ağır olan gözün ki onun meskeni baş değil kalptir bilesin. Artık her şey flulaşır, bulanıklaşır her hakikat. “Sen de haklısın” tek zikrin olur tesbit edemediğin için hakkı. Hele bir de inat girdimiydi devreye yıkılır izanın bütün kaleleri ve harap olur basiretin evi benliğinde. Yani demem o ki bir bir kırılır şişeler inat ile uzatırsan elini.
Madem böyledir durum, iyi seçmen gerekir “usta”nı. Yönünü tayin edebilmek için pusulan olacaktır onun varlığı çünkü. Farkedince varlığının manasını ve dertlerinin varlığına kani olunca arayacaksın tabibini. Çareyi sunanı bulana kadar arayacaksın ki unutma “arayan bulur” demiştir birileri. Ama “bulan arar” der başkaları da ki bulduğunun peşine düşer aslında insan. Ve eğer ulaşırsan dermana, o dermanı hazırlayan gerçek tabibin tutarsan bir gün elinden, asla bırakma. Mütevazi ol tevazu ehline karşına ki öğrenebilesin o yolda yürümeyi. Kır inat şişelerini ve kibrin camını at sengsarlara tuzla buz olsun benliğinden varlığı.
Yanman gerekse de dirilebilmek için yak bencilliğini ve dünyaya olan meylini ki küllerinden hayat bulsun yeni bir zümrüd-ü anka. Sen sen ol sakın “ben” deme sana kim olduğunu anlatmaya çalışan “usta”na karşı. Çünkü ancak böyle sağlam kalır hakikatin şişeleri canının raflarında...
siyasetmektebi.com