ŞEHİR ZULÜMLE SAKİN…


Hak ve adalet taliplileri tarih boyunca zulme karşı mücadelelerinde her daim egemen zalimler ve zorba saray sahipleri tarafından bozgunculukla suçlanmış, terörist ilan edilmiş, halkın kendilerinden uzak durmasını sağlamak için olmadık iftiralara maruz kalmışlardır ve aslında “normal” olanı savunan bu “insan”lar, anormalliğin hakim olduğu beldelerde marjinal, aşırı, anormal ve hatta meczup olarak lanse edilmişlerdir. Ki yalnızlaştırılabilsinler, taşıdıkları yükü yüklenmeye niyetlenenlerin gözleri korksun ve şatafat ile itibar sembolü saraylardaki sefil, günahkar, müsrif ve putperest yaşantılara ve bu yaşantıların varlığına varlıklarını borçlu olan mele, mütref ve yalaka takımının çıkarlarına zeval gelmesin.
Bu yüzden zulüm sistemlerinin radarı gibi çalışan belamlar başta olmak üzere firavunların “haman”ları ve “karun”ları her zaman teyakkuz halindedir. Firavunu çokça sevdiklerinden dolayı değil, Firavun giderse kendilerinin varlık zemini ortadan kalkacağından dolayı bu tipler Firavundan daha çok firavunlaşır ve sistemlerine yönelik her türlü tehdidi en ağır biçimde cezalandırmak için harekete geçerler. Kimi dini zulme kalkan yapar ve zalimi din kalkanıyla korur hakkın saldırısından, kimi altını eritir ve putlaştırır dünyadan mahrum bıraktıklarını ona taptırabilmek ve böylece susturabilmek için, kimi de “nush ile uslanmayana(!)” karşı bileyler kılıcını ki adalet isteyen dillerin mekanı olan secde ehli kafaları kesebilsin.
Böylece sessiz ve sakin(!) bir diyarda gönüllerince yaşayıp dünyalarını ihya etmek isterler gözyaşlarını içlerine akıtanların uysallığını seyre dalarak. Mutlu olurlar böyle itaatkâr ve biat ehli tebaaya sahip oldukları için. Bu huzur(!) ortamını yaygınlaştırmak ve huzuru(!) arttırmak için yaygınlaştırırlar ibadetleri, yetiştirirler dindar(!) nesilleri ve dünyanın en görkemli, en büyük camilerini inşa etmekten alıkoyamazlar kendilerini. Geçmişin mescid-i dırarlarına taş çıkartırcasına bırakmak isterler aleme izlerini, hiç silinmeyeceğini zannederek. Orucun faziletlerini sokarlar gözlerine bütün bir yıl boyunca kendilerinin bir gecelik masraflarını bile kazanamayan mazlumların gözlerine ve olanca tokluklarıyla açlığın kerametlerini sıralarlar birbir ki açlar göz koymasın sofralarına. İşte böyleleri Hallac’ın “Siz nerede Muhammed (s.a.a)nerede ki, yüz Firavunu hırkanın içine sakladınız iki yüz hileyle” dediği tiplerdir . Mızraklarının yüzlerce ucu olanların, bir hırkanın, cübbenin, sarığın içine yüz firavunu saklaması da doğaldır suskunluklar diyarında.
Bütün bunlar Önsöz yayınlarından çıkan Hallac-ı Mansur isimli kitabı okurken geçmişte yaşananlarla bugün yaşananlar arasında ne kadar çok benzerlikler olduğunu gördüğümüzde aklımıza gelenlerdir aslında. Her ne kadar Hallac’ın netliğiyle ilgili kuşkular olsa da eğer kitaptaki bilgiler doğruysa Hallac da, bugün mazlumların acılarını dert edinenlerin çektiklerini çekip, o acılara çare düşündüğü ve zorba ve zalimlere karşı hiç susmadığı için çilelere maruz kalan, dışlanan, iftiralara uğrayan, hapsedilen ve en sonunda da canından olan bir mücahittir ve o gün de bugün olduğu gibi böyle bir haykırışa izin yoktur.
“Ben halkı çok seviyorum ve onlara kurban edilmek istiyorum” derken bir nevi kendi kaderini de çizmiş olan Hallac’ın sözleri, metodu ve mücadelesi incelendiğinde bugün zalimlerden korkmadan hakkı haykıran inkılabi erlerle olan yakınlığı ortaya çıkacaktır. Kitapta yazılanlar irdelendiğinde Hallac, halktan yana olmuş, halkı asla suçlamamış, halkın içinde bulunduğu durumdan saray sahiplerini sorumlu tutmuş ve mücadelesini o saray sahiplerinin egemenliğini halkın bilinçlenmesi ile ortadan kaldırmak üzere şekillendirmiştir. O “caniler gayr-i insani işlerini mahrumlar vesilesiyle yapmaktadırlar” derken bilinç düzeyini belli etmiş, canilere hizmet etmek zorunda kalan mahrumları dahi sahiplenmiştir. Asla silaha başvurma taraftarı olmamış, silaha başvurmak isteyen taraftarlarını da hep sakinleştirip, toplu bir bilinçlenmeyle gerçekleşmeyecek bir değişimin zulmü ortadan kaldırmayacağını ve belki de bir zalimin yerine diğerinin gelmiş olacağını anlatmıştır. Yani aslında zulüm sisteminin içinde olan her bir parçadan uzak durmuş, halk içinde hakla beraber bulunup halkı hakka davet etmiştir.
Hallac’ı anlatan bu kitapta dikkatimizi çeken asıl cümle ise Basra’ya giderken karşılaştığı bir dervişin dilinden dökülen “Şehir zulümle sakin” cümlesidir ki bu cümle geçmişi tanımladığı gibi bize göre bugünü de özetlemekte, görece sakinliğin, kabullenmişliklerin ve suskunluğun nedenini çok güzel beyan etmektedir. Hakikaten bugün yeryüzünün bir çok beldesi sakin(!), huzurlu(!) ve emniyetli gibi görünüyorsa bunun altında yatan yegane sebep zalimlerin maddi manevi zulümleridir. Hakkın hakim olmadığı her diyarda korku, yokluk, gelecek kaygısı sükunetin kaynağıdır. Çünkü zalimler mazlumları öyle sıkıntılara düçar ederler ki bu mazlumlar gerçek haklarını aramaktansa zalimlerin kendilerine verdiklerini kaybetmeme telaşına düşerler, eğer bugün karınları doyarsa yarının derdi kendilerini sarar ve gelecek kaygısından bugün ne ile muhatap olduklarını anlayamazlar.
Ama bu sükunetten(!) daha kötüsü ise zalimlerin, mazlumları dertlerinin farkına varamayacak hale getirmeleridir. Bunlar öyle sistemler kurup, öyle tuzaklar tezgahlarlar ki mazlumlar zulme uğradıkları için adeta Allah’a c.c. şükrederler ve başlarına gelen dertlerin artması için duacı olurlar. Afyon haline getirilen dinden 3 öğün yemek zorunda bırakılan mazlumlar, dinlerinin kendilerine açlığı, yokluğu, yoksunluğu sunduğunu ama saray sahiplerine her türlü şatafatı, israfı, safahatı meşru kıldığını zannederler ve “beka”larının saray sahiplerinin ayakta kalmasına bağlı olduğunu düşünüp “Allahsız, dinsiz, kitapsız da olsa takip edilmeleri” gerektiğini beyan ederler. Şükür(!), sabır(!) ve rıza(!) gibi uyuşturuculara müptela kılındıkları için hak, hukuk ve adalet kavramlarına düşman kesilir, hakkını arayanları ise “sükuneti” bozmakla, devlete düşman olmakla ve vatan hainliğiyle suçlarlar.
Oysa hak arayanların aradıkları hakkın içinde bu “sakin”lerin de hakları bulunmaktadır ve hak arayanlara saldıranlar bazen en çok haklarından mahrum bırakılanlardır. Zulmün sakinliğinde huzur bulamayacaklarını bilmeyenlerin huzursuzluklarının kaynağı olarak zalimleri değil de kendileri gibi zulme uğrayanları görmeleri ise zalimlerin huzurla ve sükunetle şehirleri, ülkeleri idare etmelerini sağlamakta ve saltanatlarını sağlama alanların yükü o saltanatların temelini ayakta tutanların omuzlarına daha çok binmektedir.
İşte bu hakikatlerin bilincinde olan mazlumlar “zulümle sakin olan şehirlerin” sevdalısı olmayacaklar asla. Her sükunetin huzur sebebi olmadığının bilinciyle tufanlar kopacak ezilmişlerin yüreklerinde, salacaklar meydanlara ve boğacaklar başa geçen ayak takımlarını. Mazlumların çığlıkları çınlatacak sağır sultanların kulaklarını ve helak olmalarının huzurunu tadacaklar han-u manları yağmalananlar. Sürekli bir hareketlilikle durgun denizlerde dalgalar oluşturacaklar ki alabora olsun yüzen saraylar, yatlar. Ve sadece Nuh’un a.s. gemisi kurtulabilsin diye dinmeyecek mazlumların fırtınası bütün alemi kuşatmadan.
Ne Nemrut, ne Firavun, ne Ebu “Süfyan” ve ne de Muaviye huzur yüzü görmeyecek mazlumlar varoldukça. Belam’ın, Haman’ın, Karun’un, “Samiri’nin buzağısı”nın ve Amr b. As’ın fitneleri de durduramayacak mazlumları. Çünkü hakk ve adalet aşıklarına ait olan dünyadan sürülecek saltanatlar, yıkılacak saraylar ve sükunet mazlumların feryadı dinince gelecek şehirlerimize. Bu böyle biline…
siyasetmektebi.com
Gündemle alakalı yazmama konusunda almış oldugunuz karar nedendir bilinmez ama çok yanlış bi karar olmuş, düşman bildikleriniz zaten yazmamanızı istiyorlardı, sizde onların istedigini yapıp pes etmiş oldunuz, yaşanan olaylara göre nasıl pozisyon almasını bilemeyen sempatizanlarınızı yüz üstü bırakmış oldunuz.
Gündemle ilgili yazmama kararı aldığımızı nereden çıkardınız? Veya şöyle soralım siz gündemle ilgili yazmayı nasıl algılıyorsunuz? Sizin gündem zannettiğiniz şeyin bizim için gündem olması gerektiği fikrine nasıl kapıldınız?
Sizin deyiminizle “düşman bildiklerimizin” istediğini yapmış olduğumuzu nereden biliyorsunuz? Bu satırları yazdığınız sayfalar halâ ulaşabiliyor, bu sayfalarda yeni yazılar okuyabiliyorsanız biz nasıl pes etmiş oluyoruz?
Bize sempatizan olmanız gerekmiyor (ki zaten başından beri böyle bir derdimiz veya iddiamız vs. yok), siz mektebe, İslam İnkılabına, İmam’a tabi olun yeter. O zaman hak ile batılın ayrıldığını ve hakkın yüzünün gayet net olarak ortaya çıktığını görebilirsiniz. Kaldı ki yazılarımızı baştan beri takip eden okurlarımız, bizim siyasi bilinç verme ve bakış açısı geliştirilmesine katkıda bulunma derdinde olduğumuzu bilir. Yıllardır yazılanları okuyanların yeni(!) gelişmelerde “pozisyon” almada sorun yaşayacaklarını da zannetmiyoruz.
Anlayacağınız kimseyi yüzüstü bırakmadık. Yüzüstü bırakacak bir konumda da değiliz. Ne önderiz, ne öncüyüz. Derdimiz var paylaşıyoruz. Ama yorum yazdığınız yazıyı dahi anlayarak okumuş olsaydınız bunca feryat figan etmeye gerek olmadığını anlardınız. Gündemse gündem, bilinçse bilinç, duruşsa duruş var zaten yazıda.
Son olarak ithamlarınızın iftiraya varmamasına özen göstererek yorum yapmanız ve üslubunuza dikkat etmenizi tavsiye ederiz. Aksi takdirde ayna olur “aksinizi” yansıtırız.
Allah’a emanet olunuz…