SATIYORUM, SATIYORUUM, SAAATTIM…

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellâl iken ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, üç tarafı denizlerle çevrili bir ülke varmış. Öyle güzel bir ülkeymiş ki bu ülke herkesin gözü üzerindeymiş. Ne padişahlar, ne şahlar, ne zalimler fethetmek için savaşmışlar bu ülkeyi. Ne saltanatlar kurulmuş üzerinde, nice kanlar akıtılmış uğruna. Ama ne olursa olsun bu ülkenin farklı milletlerden halkı bir bütün olarak yaşamışlar daima. Saf, temiz, ahlaklı ve imanlı olarak korumuşlar özlerini. Böyle olunca da çekmişler zalimlerin dikkatini. Zalimler, bu halk bu özellikleri ile var olduğu sürece asla huzur yüzü göremeyeceklerini bildiklerinden fitnelerle, fesatlarla bölmeye uğraşmışlar, halkın imanını, ihlasını hedef almışlar hep.
Olmadık savaşlara sokup milyonlarcasını katletmişler ve özellikle alimlerini ortadan kaldırmışlar sürgünlerle, hapislerle, idamlarla. İnkılaplar yapmışlar kılık kıyafet üzerine, takvimlerini dahi değiştirmişler alfabeyle birlikte. Çünkü yeni yetişenlerin köksüz olmasını istemişler. Köksüz olsunlar ki yeri zamanı geldiğinde rahat koparılabilsinler bu güzelim topraklardan. Kimi zaman zer ile, kimi zaman zor ile bu plan uygulanmış. Öcüler yaratılmış korku yayılsın diye, konuşana ne yapacaklarını göstermek için kendi adamlarını konuşturup sonra susturmuşlar sinsice. Halkın özünden itirazlar yükselmesin diye halk ile aynı kelimeleri kullananları yetiştirip halkın önüne sürmüşler ustaca. Bakmışlar yine olmuyor darbe(!) yapmışlar kendilerine ve yine kendileri hakim olmuşlar her köşe bucağa. Sokağa çıkma yasağı ile eve hapsettiklerini, bilinçlenme yasağı ile cehalete mahkum etmişler yıllar boyu.
Gel zaman, git zaman bu toprağın halkı artık bıkıp usanmaya başlamış mecbur bırakıldığı hayatı yaşamaktan. Köksüz yetişsinler diye özlerinden koparılan gençler kalplerindeki nura sarıldıkça topraklarına kök salmaya başlamışlar. İşte tam da bu zamanlarda zalimler göz nurlarını “simitçi” olarak salmışlar sokağa ki hilenin her türünü öğrenebilsin ve satabilsin eline geçenleri hiç utanmadan. “Bayat simitleri ucuza alıp, annesine ısıttırıp taze simit fiyatına satabildiğini” farkettiklerinde gururla kabarmış kin ile dolu göğüsleri. Ve anlamışlar ki geleceği parlak olacak geçmişi karanlık olanın. En iyi “hoca”ların elinde özenle yetiştirmişler o’nu. Bu arada da o’nun hükümranlığının zeminini de hazırlamayı unutmamışlar. Halkın kimine “sen şu millettensin, sen şu mezheptensin” diyerek verdikleri zehir sokaklara taşınca istedikleri fırsatı bulan zalimler, bir kez daha darbe(!) yaparak zor ile susturmuşlar halkı ama bu arada hep kullanacakları yeni bir silahı da sürmüşler piyasaya. Bu güzelim ülkenin güneydoğusunda palazlandırdıkları uşakları ile işbirliği yaparak yakıp,yıkmaya başlamışlar memleketi ki hem herkesin gözü kulağı oraya yönelsin ve göremesin başka ihanetleri, hem de oralar boşalsın ve hazır olsun sunulmak için kardeşlerine.
Gün gelmiş ve türlü oyunlarla halka kahraman diye tanıttıkları “simitçi” iktidar edilivermiş bu güzelim ülkeye. Artık intikam alma vakti geldiği için ellerini ovuşturmuş zalimler. Yıllar boyunca neyi nasıl satacağını iyi öğrettikleri “simitçi”nin, halkını ve ülkesini nasıl satacağını ve yüz yıllık planların devreye o’nun eliyle nasıl sokulacağını oturup izlemeye başlamışlar. Bu “simitçi” önce mazlum halkın gönlüne mazlum gibi girerek simitlerle gemiciklerin nasıl alınabileceğini izah(!) edivermiş birden ve hiçkimse de böyle bir şeyin muhal olacağını soramamış kendisine. Zaten soranların da ömrü kısa olmuş her nedense. Sonra, gömlek üstüne gömlek değiştirmiş yılan misali ve her yeni gömlek asıl rengini daha çok yansıtmış halka ama peyder pey yaptığı için bu işi, halk renk değişikliğini tam olarak farkedememiş. Hep zaman ve şartları bahane edip özden uzaklaşmayı makul göstermiş. Hep “az sonra” diyerek uyutabilmiş ve “ümit yönetimini” başarıyla gerçekleştirmiş.
Daha ilk günlerinde bile büyük şeytanı ümmete saldırmaya ikna ederek kendisini yetiştirenlerin yüzünü güldürmüş ve kendisinden aşağı kalmayacaklardan kurduğu ekibindeki biri “mazlumların başına ilk bomba düştüğünde 8,5 milyar dolar kasaya girecek” diyerek bütün insancıllıklarını koymuş ortaya. Sonralarda anavatanına gidip orada ölümü bekleyecek olan bir diğeri de halka ait ne varsa satabileceğini açıkça beyan ederken yanındaki hanımına bile “bir şey kalmasa seni de satarım” manasında sözler sarfederek tıynetlerini koymuş ortaya. Zaten kendilerine takdim edilen iktidarlarının hemen başlarında “memleketi pazarlayacağını” alenen belirten “simitçi”nin, “çıraklık” döneminden itibaren bu işe girişmesi işine verdiği önemi göstermekteymiş. “Kuş gribi” diyerek milletin elindeki tavukları yakarak itlaf ettikten sonra kendi ekiplerine devasa tavuk çiftlikleri kurduranlardan da bundan başkası zaten beklenemezmiş.
Halkın “devleti”ni çalanların daha sonra bu devlete ait kurumları bir bir küresel hak düşmanlarına nasıl sattıklarını, halk, ne olup bittiğini anlamadan izlemek zorunda kalmış bu güzelim ülkede. Haberleşmeyi satmışlar önce, sonra fabrikaları. Ne şeker üretilebilmiş, ne tütün, ne de diğer ürünler eski devirlerdeki gibi. Hepsi satın alınmaya başlanmış “simitçi”ye zemin hazırlayanlardan ve böylece halkın parası da onlara gitmiş göz göre göre. Ne ekin kalmış ne nesil “simitçi” başa geçeli. Önceleri de böyle saldırılar oluyormuş ama bu sefer düşman içteymiş ya, bu yüzden halk anlam veremiyormuş neler olup bittiğine. Halkın imanına düşman olanları halkın meclisinde alkışlarla konuşturduğunda uyanır gibi olmuş halk ama “one minute” demiş “simitçi” ve tekrar başlamış “uzun” gece.
Neyse daha fazla uzatmayalım, “ya Allah, bismillah” diyerek kendini taltif ettiren “simitçi”, darbe(!) marbe diyerek de sürdürürken iktidarını bu seferde halkın evlatlarından oluşan orduyu lağvetmeye başlamış ve halkı katliamlar ve işgaller karşısında korunaksız bırakarak atalarının tasarladığı planın uygulanacağı zamana yapmış hazırlığını. Sadece kendisine iman edenlerden silahlı bir güç oluşturma çabası ile ileride gerçekleştireceği katliamların da alt yapısını hazırlamış bu “simitçi”. Memleketin her noktasında bombalar patlatarak, halkın evlatlarını katlederek sürdürdüğü kaos ortamında ihanetlerini kan ile gizlemeye çalıştığı bir dönemde de devletin haberleşme, finans, demir yolları, su işleri, merkez bankası ve hatta tarih ve dil kurumlarını dahi satışa çıkarmış.
Oysa kendisi ve ekibi sadece bir yıl çalıp çırpmayı bıraksalar o ülkede yoksul kalmayacakmış. Millete ana avrat söven ihale zenginlerinden milletin hakkını gerçekten alsalar, o güzelim ülkedeki asgari ücret “çay ve simite” yetmekle(!) kalmayacak, insanca bir yaşamı sürdürmeye de yetecekmiş. Ama “yanı başlarındaki yoksulluklar üzerine saltanatlarını kuranların” ellerine geçirdiklerini başkalarıyla paylaşma gibi bir dertleri yokmuş. Aksine “onlar doyamadıkları için fakirler aç kalıyormuş” hep. O ülkede insanlar rızkı verenin kim olduğunu unutsunlar diye “simitçi” kılığındaki şeytan hep açlıkla korkutuyormuş halkı. Hep daha kötüsünden bahsedilerek daha iyisini ümit etmenin önüne geçiliyormuş. Hep eskiden daha çok kişi ölüyordu denilerek yeni ölümlerin kapısı aralanıyormuş. Hep dış düşmandan bahsedilerek içe sızmış olan kamufle ediliyormuş. O ülkenin her parçası cennetken, cennetten kovulanın kibirli uşakları cehennemi yaşatıyormuş halka.
Ama en önemlisi de “satıyorum, satıyorum, saaattım” denilerek halkın eline geçme ihtimali olan devlet çökertiliyormuş “simitçi” ve ekibi tarafından ki halk kendini yönetecek ve koruyacak kurumlardan mahrum kalsın ve yaklaşan katliam tufanında boğulsun. Parçalara ayrılsın ki bir daha toparlanamasın diye binlerce yıllık devlet geleneği yok ediliyormuş. Kurumuş dallar bahane edilerek ağaç kökten kesiliyormuş ki meyve verme ihtimali ortadan kalksın. Ve o ağacın yerine yaban otları yeşersin o ülkede.
Bu masal elbette ki son bulmamış henüz. Henüz masalın asıl kahramanı halkın bağrından çıkıp halkın önüne geçerek “simitçi”ye hesap sormamış. Henüz gökten üç elma düşmemiş, henüz kimse muradına ermemiş ve henüz kimse kerevetine çıkmamış. Ama her masalda “azanların” sonları hep en çok azdıkları vakit gelirmiş. Yani bu masalın da sonu çok ama çok yaklaşmış. Sabırla yazmak gerekirmiş sonunu ki bitsin kötülerin saltanatı, bitsin katliamlar, kaybolsun gece ve gecenin veled-i zina çocukları…
siyasetmektebi.com