SALTANATIN ÖMRÜ KAÇ YILDIR?..

Şehit Ali Şeriati (r.a.) “İbrahimle Buluşma” adlı eserinde Harun Reşid ile ilgili bir hikaye nakleder. Hikayeye göre Harun Reşid, Resulullah (s.a.a.) dönemini görmüş ve Resulullah’tan (s.a.a.) hadis işitmiş birilerini bulmayı çok istermiş. Bu yüzden ülkenin dört bir yanına haber yollanmış ve böyle birinin var olup olmadığı araştırılmış. Bir gün bir şehirde 160-170 yaşlarında Resulullah’ın (s.a.a.) sohbetine katılmış birinin bulunduğu haberini alınmış. Artık yaşından dolayı iyice küçülmüş bir bedeni olan bu şahsı askerler, altını pamukla doldurdukları bir sepetin içine koyup mümkün mertebe incitmeden Harun Reşid’in karşısına çıkarmışlar. Harun Reşid bu yaşlı adamı görünce çok sevinmiş ve “Resulullah’tan (s.a.a.) ne duyduysan bize anlat” demiş. Tabi kulakları da iyi işitmeyen bu yaşlı adamın buyruğu duyması için birkaç kez tekrar edilmiş bu istek. Derken adam: “Ben Resulullah’ın (s.a.a.) şöyle buyurduğunu duydum; insan yaşlanır, iki şey genç kalır, hırs ve uzun emel.” Harun Reşid hadisi aracısız olarak bir sahabeden duyduğu için çok sevinmiş ve yaşlı adama binlerce dinar verip onu evine göndermiş. Aynı titizlikle sepete konup yola çıkarılan yaşlı adamdan ses gelmeyince, onu taşıyan askerler tam da öldüğünü düşünmeye başlamışlarken birden yaşlı adamın elini zorla kaldırdığını ve bir şey demek istediğini farketmişler. Belki yeni bir hadis aklına gelmiştir diyerek hemen Harun Reşid’in yanına geri götürmüşler. Harun Reşid de aynı umutla “yeni bir hadis mi aklına geldi?” diye sormuş. Yaşlı adam “yok” demiş. “Merak ettim bu verdiğiniz para tek seferlik mi yoksa her yıl verecek misiniz?” diye sormuş.
Evet, içinde birden çok dersi barındıran bu hikaye, ilmin amele etkisi olmadığında insanı düşürdüğü zilleti temsil ettiği gibi, sahte din aşıklarının kendi egolarını nasıl tatmin ve çevrelerindekilere karşı takındıkları din maskesini nasıl tahkim ettiklerinin de örneği durumundadır. Öyle ki bu hikayeyi duyunca ölüm döşeğindeyken bile naklettiği hadisin aksine amel edip hırsa ve uzun emele sahip olana mı yanalım yoksa saltanatını korumak için her türlü zulmü mübah bilen ve haramları helalleştirenlerin, hak ile batıllarını gizleme derdine mi yanalım bilemedik. Gerçek ilim ehline her türlü zulmü reva görenlerin, onları zindanlarda süründürenlerin, saltanatlarında görev almayacak kadar ilimlerinin izzetini korumaya niyetli olanları kırbaçlatarak katledenlerin, göstermelik, samimiyetsiz bu tavırlarının halk üzerinde kısmen etkisi olsa da, ecel üzerinde hiçbir etkisi olmadığı tarih boyunca sabit olmasına rağmen, bugün hala zulm ile ayakta kalmak için çırpınanların yuvarlak masalarında ilim nakilcilerini ağırlıyor olmaları ne kadar da acıdır. Bundan daha acısı ise bu masa sahiplerinin her devirde o masalarda oturacak ve aldıkları dinarların sonraki yıllardaki akıbetini merak edecek ilim yüklüleri kendi çıkarları doğrultusunda elde edebilmeleridir.
Yukardaki hikayede nakledilen hadisin birden çok boyutu var ama bizim dikkatimizi çeken asıl nokta “insan yaşlanır” noktasıdır. “Genç kalan hırs ve uzun emel” ile yaşlanan insan sanki aynı bedende vücut bulmamıştır. İnsan yaşlandıkça kemale erer, kamil olan insanın tüm hisleri de onunla birlikte kemale ulaşır bunun için illaki bedensel bir yaşlanma değil, ruhun kendi mahiyetinin farkına varması yeterlidir. Mahiyetini idrak eden yani bir nevi kendini bilen insan yaşlanır, olgunlaşır, kamil olur. İnsan-ı kamilin bütün duyguları ve hisleri de “nefsini tanıdığı için hakkı tanıyan” bu insanın varlığı gibi kemale erer ve artık dünyevi arzuların peşinde koşmaktan vazgeçer. Tıpkı yaşlanmış olan birçok sahabenin genç kalan hırs ve uzun emeline rağmen, insan-ı kamil olan İmam Ali’nin (a.s.) genç yaşta yaşlanmış ve kemale ermiş olan duyguları gibi. Biri dünyada makam sahibi ederken insanı, diğeri ahirette rıza sahibi eder. İşte bu hadisin bahsettiğimiz boyutunu dikkate almamak demek uzun emel ve hırs sahiplerinin yaşlandıkları ve hakikati çok net gördükleri halde neden ibret almadıklarını anlamamamızı zorlaştırır. Çünkü nefisleri sürekli genç kalanların ruhları, çektiği çile ile yaşlanmak ve takatsiz düşmek durumundadır. Oysa ruhlarını besleyerek dinç ve genç tutanların nefisleri ve ona bağlı arzuları gençliğini yitirir ve etkisizleşir.
Zaten yaşama tapanlar ile yaşamı var edene tapanlar arasındaki en temel farklardan biri de budur. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyanın varlığını elde etmeye uğraşanlar, kendi heva ve hevesleri için “yaşam” tanrılarına başkalarının hayatlarını kurban ederlerken, ebedi yaşamı “elestu bezminden” beri tatmış olanlar yaşamı var edene kendilerini kurban ederek hayatın devamını sağlarlar. Bu fark zulm ile adalet arasındaki farkla aynıdır. Zulmün sebebi kendi yaşamının devamını sağlamaktır oysa adaleti sağlamak isteyenlerin en kolay vazgeçebilecekleri şey yaşamlarıdır. Ve yeryüzündeki mezarlıklar “daha evvel yaptıklarından dolayı asla ölümü istemeyenlerle”(Cuma 7) doludur. Onlar ki saltanatlarının kendilerine ebedi yaşamı sunduğu zannına kapılanlardır, bilmezler ki o saltanatların daha önceki sahipleri şuan mezarlarda yatmaktadır. Saltanatlarını korumak için ve içlerindeki hasetten dolayı hakikate düşman olan Kabil soyunun tarihi ne kadar çok kanla yazılmış olsa da aynı kan aynı zalimlerin sonunu da getirmiş ve Kızıldeniz misali kimi zaman tevbelerini de kursaklarında bırakmıştır.
Bunlar zalimdir ve tıynetleri gereği zulmle abad olmaya çalışmaktadırlar. Sahi bir saltanatın ömrü kaç yıldır? Bir zalim aynı tahtta kaç yıl oturabilir? Ecelin gelişini hangi saray önleyebilir? Hangi komutan Azrail’i (a.s.) durdurabilir veya hangi silah O’nu (a.s.) vurabilir? Şahdamarından daha yakın olan hakikati hangi doktor uzaklaştırabilir? Geçici olduğunu geride bıraktıklarıyla bize öğreten dünyanın, aldatıcı olduğunu anlamamız için şereflerini saltanatları için ayaklar altına alanların veya saltanatlara peşkeş çekenlerin ölümüne bakmamız yetmez mi? O halde her zulüm her zalim gibi geçicidir. Zulmün, zaten bir varlığı da yoktur esasen. Hakkın ve adaletin bulunduğu yerde esamesi dahi okunmayacaktır. Adaletin olmadığı ortamda ancak neşv-u nema bulacaktır. Tıpkı zalimin saltanatı gibi hakkın güneşi karşısında eninde sonunda eriyecektir zulüm.
O halde böyle zalimlerin dümen suyuna gitmenin mantığı nedir? Neden heybemizdeki ilmi zulmün sarayında sofralara sereriz ve neden besleriz zulmü kendi ellerimizle? Yok olacak olana bu kadar sahip çıkmamızın nedeni nedir? Öyle ya yukarıdaki hikayede kötü adam bellidir de diğerine ne demelidir? İlmiyle amel etmediği yetmezmiş gibi ilmini o ilmin kaynağına düşman olana sunup sonra da ona el açan, zalimden daha beter aşağılık değil midir? Kukla olmak için yontulmuş bir ağacın ateşe karşı direnci nedir? Sırtında zulmün yükünü taşıyıp, zulmün üzerine sıçrayan kanı temizleyerek onu “ak”lamaya çalışanların, halka hakkı anlatabilme ihtimali nedir? Veya anlattıklarının hak olma ihtimali nedir?
Sorular uzar gider. Ama kamil insanın önderliğinde yaşlanmış gençler ordusu yola çıkmışken ve bu ordunun her cephede hırsı ve uzun emeli yerle yeksan ettiği ortadayken nefisleri güçlü kuvvetli kılıp ruhları küçültmenin manası yoktur. İzzet ve şeref, saraylarda, yuvarlak masalarda değil, yırtık terlikleri ile yalın ayaklıların önderliğini üstlenenlerin safındadır. Ve unutmayın ki zulüm zalim ile ölür ama hakikat bir nurdur ve ilelebet yaşar. Yaşamak isteyen saltanata değil nura gark olmalıdır.
siyasetmektebi.com