RABBE (c.c.) BAŞKALDIRAN RABLER…

Risaletle görevlendirildiği ilk günden itibaren yeryüzünün ilahlığını zer ve zorla ellerine geçirmeye çalışanların göz boyayan saltanatlarını “rahmet ve savaş” baltaları ile darmadağın eden ve “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağırıp onlarla en güzel bir biçimde mücadele eden”(Nahl 125) alemlerin nuru Resulullah (s.a.a.) efendimiz, çağrısını “ölü olanlara ve arkalarını dönmüş kaçarlarken, sağırlara duyuramamış”(Neml 80) olsa da, yaydığı nur fıtratlarını temiz tutanların kalplerindeki buzları çözmüş, kışın ölen ağaçların baharda çiçek açması gibi yürekleri iman ile canlandırmıştır. Buna karşın içlerindeki kin ile ciğerlerini küfürle dolduranların bu nuru üfleyerek söndürme gayretleri her dönemde boşa çıkmış, “kafirler istemese de Allah nurunu tamamlamayı”(Tevbe 32) garanti altına aldığı için alem, bütün asırlar boyunca bu nurun sıcaklığından ve ışığından faydalanmıştır.
Ama “fitne kalkıp din yalnız Allah’ın olunca”(Enfal 39), buna tahammül edemeyen küfrün ileri gelenleri, aleni düşmanlığı bırakıp ağacı içeriden kemirecek kurtlara evrimleşmeye başladıkları için Resulullah’tan (s.a.a) 30 yıl sonra tam da O’nun (s.a.a.) haber verdiği gibi saltanat dönemini ilan etmişler ve kabuklarının altında yatan şerre hakkın itaat etmesi gerektiğini alenen belirtmişlerdir. Bunu da öylesine süslü cümlelerle ve süslü cümlelerin sahipleri olan Bel’amlar ile gerçekleştirmişlerdir ki, hakka aşık olan ama hakkın ne olduğunu batılın dilinden öğrenen halklar, hakkı batıl batılı da hak saymaya başlamışlar ve uyulması gereken tek Rabb (c.c.), dünyaya tapanların dünyasında yerini yeni Rabblere bırakmıştır.
Bu noktadan sonra işler artık çığrından çıkmış, “dinlerini az bir pahaya satanlar”(Bakara 41), Allah’tan (c.c.) değilde alış veriş yaptıkları sultanlardan korkunca, din, dünya pazarının yegane takas aracı haline gelmiş, dini daha çok satan, daha çok dünyanın sahibi olmuştur. Böylece dünyanın kullarına, itaat etmeleri gereken büyüklü küçüklü Rabler üretilmiş, bu Rabler arasında hiyerarşi teşkil edilmiş, kimisi saltanatı eline alırken, kimisi o saltanatı ayakta tutma görevini üstlenmiştir. Herbiri bir diğerinin varlığına muhtaç olan bu Rabler, konumlarını korumak için saldırganlaşmaya ve “üstlerine varsanız da dillerini çıkarıp soluyan, kendi hallerine bıraksanız da dillerini çıkarıp soluyan köpekler”(Araf 176) gibi arz-ı endam etmeye başlamışlardır. Bunlar artık iyileşme umudu kalmayan hastalardır ve bu hastalığın tek tedavisi cehennem hastanesinde “ateşten bir döşek ve üstlerine de yine ateşten örtüler”(Araf 41) ile karantina altına alınmalarıdır. Çünkü ancak böylece tarih boyunca yaptıkları zulümlerin kiri ve pisliği insanlığın bedeninden sökülüp atılabilir ve insanlığın sağlam uzuvları cennetin huzurlu diyarında varlıklarını devam ettirebilirler.
İşte böyle hastalıklı zihinlerin ve ruhların ümmetini tehdit edeceğini Yaratan’ın (c.c.) indirdiği ayetler ile bilen ve ümmeti bu tür hastalıklara karşı uyaran Resulullah (s.a.a.), “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rabler (ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de. Oysa onlar, tek olan bir ilah’a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir”(Tevbe 31) ayeti nüzul olduğunda, Adiyy b. Hatem’in “Muhakkak onlar, onlara ibadet etmiyorlar ki” itirazı ile karşılaşınca bu ayeti o kadar güzel bir biçimde tefsir etmiştir ki bu tefsir günümüzü de nuruyla aydınlatmaktadır. Resulullah (s.a.a.) “Onlar Allah’ın helal kıldığı bir şeyi haram, haram kıldığı bir şeyi helal kıldıkları zaman onlara itaat etmiyorlar mı?” diye sorduğunda “Evet” cevabını alınca, “İşte böylece onlara ibadet ediyorlar” buyurarak, ibadetin hem manasını vermiş hem de Allah’ın (c.c.) buyruklarını başkalarının buyruklarına değişip, diğerlerine itaat etmeyi adet haline getirenlerin aslında itaat ettiklerini Rab edindiklerini açıkça beyan etmiştir.
Tarih her çağın İbrahimlerinin ellerindeki baltaları ile bu Rablerin boyunlarına vurduğuna, Musaların nehirlerde böyle Rableri boğduğuna, Nuhların tufanından ilk olarak bu rablerin boğulduğuna, nice sayhaların, depremlerin, yıldırımların ve felaketlerin bu Rableri alaşağı ettiğine şahit olmakla beraber, bunlarla birlikte bunlara itaat edenlerin veya boyun eğenlerin de helak olduğuna tanıklık etmiştir. Gerçek Rabbi tanıdıkları halde Rableşenleri görmezden gelenlerin helakı ise ayrı bir ibret vesikası olarak sayfalarda yerini almıştır. Ama aynı tarih her çağda elde ettikleri ilimleri batılın hizmetine sunup ilim yüklü merkep olarak batılın günahlarını taşıma görevini üstlenenlerin kendilerini haramları ve helalleri belirleyenler olarak takdim ettiklerini de sürekli olarak yazagelmiştir. Yani Rabb’e (c.c.) başkaldıran Rablerin varlığı, insanlığın var oluşundan bugüne sürekli olarak devam etmiştir.
Günümüz tarihi de bu tür rablerin varlığından nasibini almıştır. Bugünün rablerinin en belirgin özelliği ise kendi rabliklerini buzağının rabliğini tebliğe adamış olmaları ve bütün mevcudiyetlerini bu buzağıya tapanların sayısını arttırma yolunda feda etmeye hazır olmalarıdır. Bunların tümü, haramların helal sayıldığı, “Allah bereket versin” diyerek Allah c.c. ile savaş açanların sayısının artışıyla övünmenin aleni olarak yapıldığı, sarhoşluk verecek herşey, kumar vb. bütün pislikler şeytandan iken bu pisliklerin namaz(!), oruç(!) ve umre(!) gibi ibadetlerin maskesi ardına sığınılarak meşrulaştırıldığı bir sistemin kanunlarını ve varlığını, Allah’ın (c.c.) kanunlarına aykırı olduğunu bildikleri halde halka hak diye sunarak halkı kendilerinin sözlerine uymaya davet etmekte ve böylece haramları helal, helalleri haram kılarak Rabliklerini ilan etmekteler ki bu ilanın iznini kendi rableri olan buzağıdan almaktadırlar.
“Onları gördüğümüz zaman kalıpları hoşumuza gider, konuşurlarsa sözlerini dinleriz. Onlar sanki duvara dayanmış kütükler gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah onların canlarını alsın”(Münafikun 4) ki onlar dini tersyüz etmiş ve hakla batılı birbirine karıştırıp batılın iktidarını hakkın sırtına yüklemişlerdir. Bunların renkleri farklı farklıdır. Kimi “Kur’an bize yeter” der ve Kur’an da “Allah’ın (c.c.) indirdikleri ile hükmetmeyenlerin kafirler olduğunu”(Maide 44) beyan eden ayetleri kafirlerin lehine tevil etmeye çalışarak sümen altına iterler ve Allah’ın (c.c.) dostlarına düşmanlıklarını aleni olarak dile getirip, düşmanlarına olan dostluklarını ise büyük bir aşkla dillendirirler. Allah’ın (c.c.) dostluktan men ettiği kimselerin planlarına ortak olanların varlığını ümmet için nimet sayan böyleleri, böylece lutiliklerinin üzerinin örtülmesini ve küçük de olsa rablerden biri olmayı dilerler. Zaten ümmeti güya tefrikadan kurtarmak için geçmiş bütün ilimleri ve alimleri yok saymaya ve Resulullah’ın (s.a.a.) şahsiyetine saldırmaya başlayan böylelerinin tıyneti, aynı ümmeti kendi gibilerinin peşinden gitmeye teşvik etmeleri ve böylece buzağının sesinin hipnoz ettiği mümin sayısının artması için gayret göstermeleri ile çok daha netleşmiştir.
Bunlardan başka olarak başlarında sarık, sırtlarında cübbe ile ekranlarda stand-up gösterisi yapan şakalabanlar da vardır ki bunların her hareketi evlere şenliktir. Fitneleri ile uydurdukları hadisler ve kerametler ile sistem tarafından cahil bırakılmış bir kesimi buzağının sesine maruz bırakan bu tiplerin cübbelerinin cepleri oldukça geniş olduğundan, açlığa düçar olmuş hakkı bu açlığa tahammüle çağırıp kendileri sarayın yavrusu villalarında tefsir(!) odasında krallara layık koltuklarda kendileri gibi küçük rablerle bir araya gelmekte, nifağın yeni versiyonlarını halka nasıl ulaştıracaklarını, buzağının hangi haramlarını helal kılacaklarını, fitneyi zihinlere nasıl bulaştıracaklarını ve böylece halkın ümmetin gündeminden nasıl uzak tutulacağını kararlaştırmaya çalışmaktadırlar. Öyle ki bunlar halka tv izlemek haramdır deyip kendileri ekran gülü oluvermekte ve “ya sizi ekranda görürüse cemaatiniz ne olacak?” gibi bir soruya gayet pişkinlikle ” onlar tv izlemez ki, söyleseniz de inanmazlar” nevinden cevaplar verebilmektedirler. “Vahdet” namında “tefrika” tellalı bir gazete ile de zaten niyetlerini gayet güzel izhar etmektedirler.
Velhasıl süfyaninin buzağılığında Musa’nın yokluğunun hikmetini anlayamayan halka rablik taslayan bu tür şahısların, ne yaptıkları ne de varlıkları saymakla bitmeyecektir. Bahsettiklerimiz kendilerini üreten fitne fabrikasının seri üretiminden geçmiş olan bir iki tanesidir sadece. Bu sayıya her mezhepten, her milletten, partiden, stk dan, cemaatten, tarikatten rabler eklenebilir. Bölünerek çoğaldıklarından, tefrika bunların besin kaynağıdır. Aynı zamanda tefrika söylemi bunların tanınmasının da en etkili yoludur. O halde kim Allah’ın (c.c.) “tek bir cemaat halinde kalın” (Al-i İmran 103) buyruğunun aksine, herhangi bir mezhebi, ırkı, milleti ümmetten uzaklaştırmaya, dışlamaya çalışıyorsa, kim mazlumları kategorilendirip “benim mazlumum daha önemli” diyorsa ve mazlumun dinini, mezhebini soruyorsa, kim zulmüyle meşhur olan büyük şeytanı ve siyonist şebekeyi görmezden geliyor, onların dostu olduklarını “onlara muhtaç olduklarını” beyan edenleri övmeye yelteniyorsa, kim halkın açlığına aldırış etmeyip halkı “hurmaya” razı etmeye uğraşırken saray sahiplerini meşrulaştırıyor ve o saray sahiplerinin varlığı ile varlıklarını devam ettiriyorsa biliniz ki Allah’ın (c.c.) haramlarını helal kılarak rablik taslıyordur ve hakikat baltasının nur saldırısıyla yok olmayı hak ediyordur.
Öyleyse hakka gönül verenlerin, tevhide iman edenlerin bir araya gelip, hakkın düşmanlarına karşı hakkın dostlarının safında yer almaları “şeytanın dostlarıyla savaşmaları”(Nisa 76) gerekmektedir. Resulullah (s.a.a.) gibi yaşamayanları önder bilmemeleri, böylelerinin varlığını sahiplenenleri alim tanımamaları zaruridir. Ümmet tek bir ümmettir ve tek ümmetin tek bir İmamı vardır. İmam Resulullah’ın (s.a.a.) dininin ve konumunun yegane temsilcisidir ve Resulullah’ın (s.a.a.) tebliğ ettiği haram O’nun devletinde de haramdır, helal O’nun devletinde de helaldir. Bundan gayrısı batıldır. Hala akletmeyip inat edenlere Allah’ın (c.c.) sözü kafidir: ” Ne zaman onlara: “Allah’ın indirdiklerine uyun” denilse, onlar: “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız” derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?”(Bakara 170)
siyasetmektebi.com