
Bir arada yaşamaya mecbur olan insanoğlu bu ihtiyacından dolayı da aynı zamanda bir devlete, sisteme ve bununla beraber siyasi, ictimai ve beşeri ihtiyaçlarını düzene koyacak kanunlar bütününe de ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaçtan dolayı da tarih boyunca çok çeşitli sistemler, devletler, kanunlar ve yasalar geliştirilmiş, insanlar yine kendileri gibi insan olanlar tarafından ya adaletle ya da zulümle idare edilmişlerdir. Adları ne olursa olsun bu idarelerin başında ya tek bir şahıs ya da aslında tek bir şahıs haline gelmiş kurumlar, meclisler bulunmuştur. Bu şahıs veya meclisler idare ettikleri devletlere renklerini vermiş, onları iyinin veya kötünün, hakkın veya batılın safına yerleştirmişlerdir.
Bizatihi bu uğraşı ve eylem, siyaset ilminin oluşmasına ve halkları yönetme biçimlerinin, tekniklerinin gelişmesine vesile olmuştur. İşte birçoğumuzun “makyavelizm” olarak bildiğimiz “hedefe giden her yol meşrudur” bakış açısı da, az önce bahsettiğimiz idarecilere halkları yönetme konusunda kendi ürettiği teknikleri, yöntemleri anlatmaya çalışan Niccolo Machiavelli (Makyavelli) tarafından “Prens” adlı kitabında açıkça izah edilmiş ve kitabın ithaf edildiği prense sunulmuştur.
Bugün bu yazımızda analizi yapacağımız Can Yayınları’ndan çıkan Prens kitabını okuduğumuzda ilk olarak dikkatimizi çeken Makyavelli’nin samimiyetidir. Evet, hayatı ve kitabı incelendiğinde ilginç bir şekilde anlattığı hususlarda samimi olduğu görülecektir. Floransa’nın O’nun hayatı boyunca birkaç kez değişen idarelerinin birçoğunda görev alabilmiş olması bile yazdıklarıyla uyumunu göstermektedir. Hatta kitabı ilk olarak atfetmeyi düşündüğü prens, kitabın yazımı bitmeden ölünce, kitabı hiç vakit kaybetmeden yeni prense ithaf edip O’ndan nemalanmaya çalışması bile , kitapta anlattıklarını özümsediğini göstermektedir.
“Gönüllü Kölelik Üzerine Söylev” kitabının yazarı, kitabı yazarken tiranların nasıl yıkılacağını anlatırken, o tiranlardan makam elde edince onları ayakta tutmaya çalışıp bütün anlattıkları ile çeliştiği halde, Makyavel bir ömür boyu kendini “devlet”ine adamış, bu devletin başına kim gelirse gelsin kendi çıkarları da bunu gerektirdiği için ona hizmet etmeye çalışmıştır. Bunu yaparken devletin başındakinin zalim ya da adil olmasını umursamamış ve aksine zulmü de, görece adaleti de kitabında yol göstermeye çalıştığı prens için birer iktidar aracı olarak görmüştür.
Bu bağlamda bizim açımızdan kitabın dikkatle irdelenmesi gereken iki önemli yönü vardır. Bunlardan birincisi “devletin” bekası için her yol denenmelidir mantığıdır, ikincisi ise Makyavelli’nin bizce bütün fikirlerinin mihenk noktası olan ve kitapta sadece bir veya iki kere tekrar ettiği “insanlar kötüdür” cümlesidir. Bu iki önemli noktanın anlaşılması hem Makyavelizmi hem de kitabı anlamayı kolaylaştıracaktır. Ama önce kitaptan birkaç örnek vererek analizimize başlayalım.
Yazar daha kitabın başlarında Prens’e, “Ya insanların gönlünü hoş tutmalı ya da onları yok etmelidir, çünkü insanlar uğradıkları küçük zararların öcünü alırlar, ama büyük zararların öcünü alamazlar; bu yüzden insana verilecek zarar, intikam korkusu yaratmayacak biçimde olmalıdır” diye öğüt vermekte, ileriki kısımlarda ise herkesin gönlünü nasıl olsa hoş tutamayacağını, bunun yerine halkı kendi adına baskı altında tutacak olanları hoşnut etmesi gerektiğini beyan ederek, bu görece gönül hoşnutluğunun çok da iyi bir metot olmadığını izah etmektedir. Ama tek seferde insanların bellerini doğrultamayacağı zarar konusunu bir kaç yerde daha belirtmekte, sadece bu acımasızlığın mümkünse tek seferde olmasının azami fayda sağlayacağını anlatmaktadır.
Mesela kitapta “işgalci tek seferde bütün kötülükleri yapmalı ki her gün yenilemesin ve sonra gönül alabilsin” diyerek zor kullanmanın iktidarı elde tutmadaki önemini vurgularken, “iyilikler ise tadını çıkarabilmek için azar azar yapılmalı” diyerek halklar çok sıkıldıklarında devrime meyletmemeleri için ağızlarına bir parça bal çalmanın önemini vurgulamaktadır ama, bu bal az olmalıdır zira halklar bütün o sıkıntılarından dolayı ara sıra az da olsa gelen bu rahatlamayla iktidarı sahiplenecek, devlet ayakta kalsın diye yokluğa, sıkıntıya razı olacaklardır. Tek seferde büyük rahatlıkları tadan halklar ise ister istemez daha fazlasını veya en azından önceki büyük rahatlığın aynını sürekli talep edeceklerdir.
Bu yüzden halklar ölmeyecek kadar, en azından “kuru ekmek alacak kalacak” bir gelire sahip olmalı, fakat açlıktan başka bir şey düşünecek kadar zenginleşmemelidirler. Başlarını koyacak bir dam bulduklarında sürekli şükretmeli, ama bin bir odalı damların varlığını sorgulayacak kadar rahata erişmemelidirler. Ayaklarını yerden kesecek bir araçları olduğunda kendilerini zengin hissetmeli, ama uçan, yüzen sarayları veya binlerce son model araçtan oluşan konvoyları eleştirecek dertsizliği tatmamalıdırlar.
Makyavelli, “konumunu korumak isteyen prensin iyi olmamayı öğrenmesini” “konumunu tehlikede görüyorsa fazla ateşli bulduğu kişileri devreden çıkarmasını” “devletini korumak için kötü ünden kaçınmamasını” “başkalarının malını harcarken cömert, kendi malını harcarken cimri olmasını” ve “eğer ikisi birden olmuyorsa korkulmanın sevilmekten iyi olduğunu”, “kurnaz olmasını ve eğer sözünü tutma gerekçesi ortadan kalkmışsa sözünü tutmamasını” öğütlerken acaba bu öğütlerinin kendisinden yaklaşık beş yüz yıl sonra en kamil şekilde yerine getirileceğini hiç düşünmüş müydü bilemiyoruz ama içinde bulunduğumuz zaman diliminde Makyavelli’nin öğütlerinin her birini tüm hücreleri ile kanıksamış olan prenslerin, kralların, tiranların, diktatörlerin varlığını görünce bunca saltanatın, şataftın ve “itibarın” nasıl kazanıldığını anlamak bu kitabı okuyunca gayet kolaylaşmaktadır.
Kitabın başka bir yerinde “İnsanlar o kadar safdildirler ki aldatan kişi aldatacak birilerini her zaman bulabilir” diyerek halkaların iyi niyetini suistimal etmenin “devletin bekası için” gerekli olduğunu izah eden Makyavelli, kitabında önceki ve çağdaşı birçok kraldan, tirandan örnekler vererek sözlerini delillendirmiştir. Bu örneklerden biri bize çok tanıdık geldiği için burada aktarma gereği duyuyoruz. Makyavelli Siracusa’lı Hieron’dan bahsederken, (kral olduktan sonra) “eski orduyu kaldırdı, yeni bir ordu kurdur; eski dostlukları bıraktı, yeni dostluklar kurdu ve kendi dostları , askerleri olunca böyle bir temel üzerine istediği yapıyı kurabildi; öyle ki ele geçirirken büyük çaba harcadı, elinde tutmak için se pek az” demektedir. Yani bugün birçok halkın yaşadıkları aslında daha önceki halkların yaşadıklarından pek de farklı değildir. Ve tiranların, kendi seleflerinden ders alarak yeni teknikler geliştirmeleri veya eskilerini “güncellemeleri” ne kadar kötüyse, halkların geçmişten ders almamaları ve aynı tuzaklara düşmeleri de bir o kadar kötüdür.
Kitap, bahsettiğimiz minvalde dolu dolu bir kitaptır ve okunması faydalıdır. Ama biz şimdilik kitabın kalan kısmını analiz etmeyi bırakıp, yukarıda bahsettiğimiz kitabın iki önemli vurgusundan biri olan “insanlar kötüdür” cümlesini analiz etmeye başlayacağız. Bu düşünce, aslında yapılacak bütün kötülüklere cevazet libası giydirmenin ilk adımıdır. Bütün insanların kötü olduklarını düşünen birisi, doğal olarak “kötülere” düşman olacak ve onlara acımayacaktır. Gerek iktidar sahibi olduğunda gerekse de o insanların arasında yaşadığında onlardan kurtulmanın, onlardan korunmanın yollarını araştıracak, gücü nispetinde onlara zulmetmekten çekinmeyecektir. Zulm ile abad olmaya çalışan iktidarların temel felsefesi ve siyonizmin özü de budur. Bu düşünce zaten bizatihi şeytanın düşüncesidir ve şeytan “kötü” olan insanı ortadan kaldırmaya ant içmiştir.
Bu düşünce her ne olursa olsun kendisiyle mücadele edilmesi gereken bir düşüncedir. Bu düşünce İşidvari vahşileri, siyonist rejim gibi gasıp rejimleri, diktatörleri, tiranları, zalimleri var eden, besleyen ve büyüten bir düşüncedir. Bu düşünce, gecekonduların yanında sarayları inşa eder, açların yanında tokların israfını meşru kılar. Bu düşünce zalimi mümin, mazlumu kafir ilan eder. Zulme itaati basiret, isyanı ise nankörlük olarak tanıtır. Pazar yerlerini, camileri, türbeleri bu düşünce patlatır, çocukların kafasını bu düşünce keser. Bu yüzden ne olursa olsun “insanlar kötüdür” cümlesinin zihinlerimizde, yüreklerimizde yer edinmesine fırsat vermemek gerekir. Basiret, iyi ile kötüyü ayırt etmeyi ve kötüye kötü gibi, iyiye iyi gibi muamele etmeyi gerektirir. Genelleştirme bu noktada zulme giden yolu açar.
Kitabın bir diğer önemli noktası ise “devletin bekası” meselesidir. Makayavelli, tavsiye ettiği bütün zulümleri bunun için tavsiye etmiştir. Devletin bekası, halkın zulme uğramasını gerektiriyorsa zulüm meşrudur O’na göre. Tıpkı bugün muhatap olduğumuz birçoklarına göre olduğu gibi. Onlarda “devletin bekası” için sarayları, kardeş katlini, katliamları, açlığı, yokluğu, yoksulluğu, zalimlerle dost olmayı mübah görmektedir. Hatta bütün bu sıkıntılar kendilerine dokunsa bile buna razı olmaktadırlar. Oysa Allah c.c. “zulme meyletmenin bile ateşe girmeye” yeterli neden olduğunu beyan etmiştir. Ve Kur’an “devletlerinin bekasını korumak için zulmeden zalimlerin” akibetleri hakkında bizi bilgilendirmiştir.
Hakikaten de “devletin bekası” için her şey mübahsa, bunu savunanların Firavun’a, Nemrut’a, Ebu Cehil’e, Ebu Leheb’e düşman olmaları veya onları yermeleri abestir. Zira gelmiş geçmiş bütün zalimler kendi devletlerinin bekasını korumak için Peygamberlere a.s., evliyalara ve mazlumlara karşı çıkmış, zulmetmiş ve onlarla savaşmışlardır. Devlet dediğimiz yapı tarihte ne zaman ki bir şahısla özdeşleştirilmiştir, o şahsın bütün melanetleri, zulümleri “devletin bekası” olarak temize çıkarılmıştır. Oysa zulmeden devletin yıkılması, yerine adil bir devletin kurulması Allah’ın c.c. emridir.
Devlet, rengi olmayan nötr bir kurumlar bütünüdür. Devlete rengini veren, onu zalim veya adil kılan o aygıtı kullanan iktidarlar ve bu iktidarların temsil ettiği sistemlerdir. Zalimlere karşı çıkmak bu yüzden vatan hainliği veya devlet düşmanlığı değildir. Aksine vatanı ve devleti, halka hizmet eden, adil bir yapıya kavuşturmak için gereklidir. Vatan, devlet ve sistem kavramları birbirinden farklıdır. Eğer devlet, sistemleşmiş zulmün etkisi altına girerse, vatan o zulüm tarafından idare edilecektir ve zaten o vatan üzerinde yaşayanlara asla ait olmayacaktır. Bütün kaynakları, yeraltı ve yer üstü bütün servetleri, insan gücü ve halkları, zalimlerin “bekası” uğruna harcanacaktır.
Öyleyse böyle bir sisteme maruz kalmış devlet de vatan da hastadır ve bu sistem kanser tümöründen farksızdır. Kurtulmanın yegane yolu bu tümörü rengi, şekli, biçimi, adı, sanı ne olursa olsun devletten ve vatandan söküp atmaktır…
siyasetmektebi.com