PORSİYONLAR KÜÇÜLMÜŞ ÖFKELER BÜYÜMÜŞ ÇOKTANDIR…

Asırlardır küçüldü yeryüzünün sermayesinden bize düşen paylar. Milyarlar, binlerin elindekinin milyarda birine dahi ulaşmaktan aciz kaldı. Çoğunluk, hedefini, amacını ve birlikteliğini yitirince azınlık tahakküm kurdu hem de o çoğunluğun suskunluğundan başka gücü olmadığı halde. Ayet yine tezahür etti ama bu sefer tersten oldu bu iş ve “nice az sayıdaki topluluk çok sayıdaki topluluğa galebe çaldı” (Bakara 249). Basiret, şeytanın dostluğuna kananların ruhundan hicret edince, karaya ak denildi, geceye gündüz diye övgüler dizildi. İklim değişti benliklerde. Bahar gelmesi gereken canlara hazan mevsimi değdi, bir bir soluverdi umutlar. Yazları çok kurak geçti, kışları zemherinin bin bir çeşidi ile hükmetti zihinlere. Ya yandı idrakler ya da dondu, ama her iki halde de işlevini yitirdi.
Şeytan nicedir böyle bir dönemin ümidiyle “yanıp tutuşmaktaydı” zaten, hemen harladı ateşini. Mazlumlar ve mahrumlar, mazlumluklarına şükretmeye başlayınca ovuşturdu ellerini büyük bir sevinçle. Fakirliği öven dini, zenginlerin dilinden tebliğe başladı. İnsanlığı, mazlumlara, onun düşmanlarından öğretmek için harekete geçti. Adaleti sakız etti zalimlerin diline. Özgür irade diye meydanlarda nutuk çektirdi tiranlara, diktatörlere. En amansız dostlarına giydirdi cübbeleri, takdırdı sarıkları ve secdeye gönderdi. Mızrak ucundaki ile yetinmedi, küfürleri arttırmak için dırar mescidlerde okuttu her bir harfine düşman olduğu ayetleri. Bütün ahlaksızlıkları öyle bir “örttü” ki “tesettür” çıplak kaldı. Dua kokan küfürler ettirdi minberlerden, şirke soktu kelime-i tevhidlerle birçoklarını. Böylece hem “tağut” kutsandı hem de o “tağutun kutsadığı”.
Başarılı da oldu aslında. Yeryüzünün kimi yerinde saray ehlinin bekası için dua edilen gecekondular türedi. “Yiyecek ekmeği olmadığı halde, meydana çıkmayanların” meydanlarda kendilerinden o ekmeği çalanlara alkış tutan ellerinin sesi yankılandı. Yoksulluğun ezikliğini yaşarken muktedirlerin itibarıyla övünen yaşayan ölülerle doldu sokaklar. Kuru ekmeği varsa tok sayılan açların, “buna da şükür” nidaları sarstı asumanı. “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” sözüyle, haklarının yağmalandığını bildikleri halde suskun olduklarını dile getirenler, gezer oldu arzda. Dinlerinin haramlarını sırf önder bildikleri şahıslar helal kıldı diye helal sayanlar, helak olacakları vakte kadar durdular gece namazına. Ahiret, dünyanın tarlası sayıldı. İfa edilen(!) ritüeller arttıkça makam, mal, mülk, şan da arttı. Ehl-i din(!) olana bütün dünya helal oldu.
Böylece zalimler zulümlerinde daha da ileri gittiler. Nifak perdesini dahi attılar üzerlerinden ve bin bir odalı saraylarında, bin bir çeşit yemekle, bin bir gece masallarına taş çıkartacak şatafatlı ziyafetler çekerlerken, altın musluklarından akan suyu bilmem ne meyvesiyle karıştırıp şerbet yapıp yudumlarlarken, uçan, kaçan türlü sarayları kendilerine reva görürlerken, mazlumların hayalini dahi kuramayacağı lükse, debdebeye sahip bir yaşamı hem de bütün ihtişamı ile herkesin gözü önünde yaşarlarken, beyt-ül malı kendi şahsi hazineleri ilan ederlerken, “şahıslarının” varlığını koca bir milletin ve vatanın varlığından dahi üstün tutarlarken, halkın yaşadığı ekonomik sorunlardan, yokluktan, yoksulluktan yine o halkı suçlamaktan, halkı müsrif olmamaları için uyarıp “porsiyonlarını küçültmeleri” için uyarmaktan imtina etmediler.
Böylesi memleketlerde acı çeken halkın feryatları duyulmasın diye, muktedirler sürekli olarak gündemi ellerinde tutmayı, haberleşme kaynaklarına hükmetmeyi, mazlum olan halkı, hassasiyetleri üzerinden kontrol edebilmeyi bir nebze de olsa başarabildiler. Ne zaman mazlum halk, hakkını soracak kıvama gelse, kıyam için harekete geçecek olsa muktedirler ya yeni bir öcü çıkarıp vatanı put edindirmeye çalıştılar, ya da en muktedirin çevresini suçlayarak, kendi iktidarlarının ayakta kalması için kendilerinden kurbanlar sundular. Fakat ne tıynetleri ne de mütekebbir tutumları değişti. Halka kendilerini daima en büyük nimet olarak sundular, onların tüm nimetlerine göz koydukları halde.
Lakin bu tür memleketlerde halkların dayanacak gücü kalmadı artık. İçten içe büyüyen öfke, kabaran kin ve yokluğun dayattığı umutsuzluğun acısı halkları kaynayan bir kazana dönüştürdü. Sabır, her ne kadar o memleketin satılmış dindarları tarafından zulmü ayakta tutmak için kullanılan bir silah da olsa, taşacak kıvama geldi ve asli vazifesini görüp hak arayanların o arayışlarındaki sebatlarına destek olmaya başladı. Porsiyonları kendi istekleri dışında habire küçülenlerin, öfkeleri de zalimlerin istekleri dışında büyüdü.
Hak ile batıl, zalim ile mazlum ve ezen ile ezilen kılığında yeniden meydana çıktı ve yeni bir savaş için saflar oluşturuldu. Milyarların hakkını gasbeden binlerin emrindeki milyonların da uyanmalarına az kaldı. “Yenilecek ve cehenneme sürülecek” (Al-i İmran) olanlarla hesaplaşmaya hazırlanan “mazlumların intikam aldığı gün zalimlerin zulmettiği günden çetin olacağından” (İmam Ali a.s.), safımızı doğru belirlemek ise bizlerin en büyük imtihanı haline geldi…
siyasetmektebi.com