“OTU ÇEK KÖKÜNE BAK…”

Yeryüzünde yaşayıp da çevresinden bigane kalmayanların bu devirde tüm dünyayı saran zulmün eserlerine bakıp bunlara akıl erdiremediği, “insan” diye tanımlanan mahlukun hem kendi türüne hem de tüm yaşama böyle kinli olmasına anlam veremediği ve bunca zulmün bu kadar rahat nasıl işlendiğini çözemediği bir dönemden geçiyoruz. Öyle bir devran ki gözyaşı üretim merkezlerinden enerji ihtiyaçlarını karşılayan zalimler tüm köşebaşlarını tutmuş, hür olarak yaratılanlar köleliğe terfi(!) etmiş ve bu sayede hayatta kalmaya hak kazanmış, verimli toprakların kadim halkları o topraklarda açlığa mahkum edilmiş, çocuklar doğarken ihtiyarlamış ve çocukluk sorumluluklara yerini terketmiş, iyi ve güzele dair ne varsa kötülerin elinde tutsak olmuş, acı, hüsran ve umutsuzluk ağıtlarla dillendirilmiştir. Bu devir arsızın ve hırsızın muktedir olduğu devirdir. Bu devirde bütün halklar kendilerinden olmayanların iktidarlarının zulmüyle inlemektedir. Ve vahşet, böyle bir devrin yegane ideolojisi ve değişmez paradigmasıdır.
Bu devre bakınca insan bazen böyle bir dünyanın nasıl şekillendiğini merak etmekte, bu zulümlerin kökünü ve kökenini anlamak istemektedir. Acaba şuan muhatap olduğumuz bunca eziyet ve işkence, bunca yağma ve talan bu asrın ürünü mü? Bu asırda mı sapmaya başladı insanlık yoksa daha öncelerine de uzanan bir süreç var mı? Bir anda bu kadar vahşileşebilir mi medeniyetiyle övünen “yeni dünya” düzeninin “uygar” hükümdarları? Yoksa geçmişte mi aramak lazım bunca vahşetin köklerini? Geçmişi temiz olanın bugünü bu kadar kirlenebilir mi? Ya da geçmişi “bozuk” olanın bugünü de “bozuk” olur mu?
Bu soruların muhatabı olan bizlerin bilmemiz gereken ilk gerçek her zulmün temelinin olduğu ve her zulmün bu temel üzerinde inşa edildiği gerçeğidir. Bugün yüzyüze bulunduğumuz zulüm dün doğmuş olan zulümdür. Bugünün zalimleri dünün zalimlerinin okulunda yetişmiş olan “usta”lardır. Bugün akan gözyaşlarının kaynağı, dün yağmalanan hayatlardır. Bugün başları kesen kılıçlar, dün suskunluk ile keskinleştirilmiştir. Bugün aç kalanların hakları, dünkü toklar tarafından gaspedilmiştir. Bugün kü dünya dün kü dünyanın yavrusudur ve genlerini o dünyadan almıştır. O halde bu çağa anlam kazandırabilmenin en temel yolu geçmişi anlamaktan geçmektedir. Geçmişi anlamayanın ve iyi analiz edemeyenin bugüne dair sağlam temeller üzerinde kurulu fikri oluşamaz ve geçmişi tanımayan bugünü tanıyamaz.
Bu meyanda yıllar önce okuduğumuz ve “Şule” yayınlarından 1999 yılında çıkmış olan “Kızılderililer Nasıl Yok edildi?” isimli kitap bizlere yol gösterici olmuştur ki kitap sadece 520 yıl öncesinin zulmünden bahsetmektedir. Elbette ki zulmün bilinen tarihi “şeytan”ın sapmasına kadar uzanmaktadır. Ama kitap bugün “Amerika” diye bilinen coğrafyanın, “siyonistlerce” keşfinden itibaren 50 yıl içinde yaşadıklarını açıklaması açısından ibret vericidir ve aslında bugün yaşadıklarımızın da özetidir. Kitap “Bartolome de Las Casas” adlı piskoposun (ki kendisi Kolomb’un yakın arkadaşlarından birinin oğludur) “Amerikanın” keşfinden hemen sonra o topraklara gitmesi ve gördüklerini kaleme alması ile oluşmuştur ve aslında bu şahıs orada tanık olduğu zulümleri, gayet safça, İspanyol kralına şikayet etmek için anılarını kaleme almıştır. Kitap, çok ince bir yapıda olmasına rağmen “deni”lerin, “medeniyetleri” nasıl yok ettiğini ve insanlık olarak gelişmiş bir milletin vahşilerin saldırısıyla nasıl ortadan kaldırıldığını izah etmesi açısından içinde bahsedilen mazlumların ah-u eyvahları dolayısıyla gayet ağır bir kitaptır.
Kitabın “sunuş” kısmında bir başka kitaptan alıntı olarak Kolomb’un zihniyetine vurgu yapılmıştır ki sırf bu kısmı bile aslında ayrı bir yazı konusudur. O alıntı da Kolomb’un hatıralarında “Kızılderililerden” sade, dürüst, eli açık, savaş ve kötülük nedir bilmeyen insanlar olarak bahsettiği ve hatta kılıcı ellerine verdiğinde kılıcın keskin tarafını tutup ellerini kestiklerini anlattığı, yaklaştıkları adada kendilerini türlü hediyelerle karşıladıklarını beyan ettiği yazılmaktadır. Buraya kadar Kolomb’un bu insanları ne kadar sevdiği sonucu çıksa da kaşif kılıklı bu zalimin bundan sonraki sözleri tıynetini izah etmektedir. Kolomb bunca övgüden sonra Kızılderililer ile ilgili olarak “Bunlardan çok iyi hizmetkar olur. Sadece elli adamla bütün bu yerlilerin hepsine boyun eğdirebiliriz ve bunlara istediğimiz herşeyi yaptırabiliriz” demektedir. İşte bu mantık bizim sürekli olarak savunduğumuz ve zulmün yegane dininin siyonizm olduğunu vurguladığımız tezimizi doğrulayan mantıktır. Bu mantık bugün kendilerinden başkalarına yaşama hakkı tanımayan siyonist mantığın 520 yıl önce tezahür etmiş halidir. Dünyada 225 milyon nüfusun varlığını kafi gören ve bu nüfusu da kendilerinin hizmetkarı olarak gören bugünün siyonistleriyle aynı bakış açısına sahiptir Kolomb. Bu yüzden hangi maskeyi takarlarsa taksınlar hangi dinin etiketiyle dolaşırlarsa dolaşsınlar, hangi milletin bayrağına sarılırlarsa sarılsınlar siyonistler siyonisttir ve insanlığın düşmanıdır. Birbirlerine diş biliyor gibi görünseler de o dişlerle sadece kendilerinden başkalarına saldırırlar. Kendilerinden olanı mazlum olarak göstermek istiyorlarsa bu, mazlumlara daha rahat yaklaşabilmek ve nihai darbeyi vurmak içindir. Bu yüzden böyle zalimlere acımak, hakka ihanet etmektir. Çünkü böyle zalimler ancak ve ancak mazlumların kanıyla beslenirler.
Dediğimiz gibi Kolomb’un bakış açısı ayrı bir yazı konusudur aslında ama biz kitaba geri dönelim. Kitabı bir bütün olarak incelemek bu yazımızda mümkün değil elbette ama kitabın ilk sayfalarında yazan birkaç zulmü buraya yazarak devam edelim ki mesele anlaşılsın. Mesela kitapta “Hristiyan” görünümlü vahşilerin “kimin tek bıçak darbesiyle bir yerliyi ortadan ikiye ayıracağı veya bir mızrak darbesiyle başını keseceği” konusunda iddialaştıkları, anne sütü emen bebeklerin ayaklarından tutup kafalarını taşlara çarptıkları, bazı bebekleri yüksekten nehirlere atıp eğlendikleri, İsa (a.s.) ve 12 havariyi kutsamak adına darağaçları kurup ayakları neredeyse yere değecek şekilde 13 kişilik gruplar halinde yerlileri yaktıkları, kabile reislerini darağacına bağlayıp ayaklarının altına hafif ateş vererek yavaş yavaş yakıp inlettikleri, sağ bıraktıklarının kollarını kestikleri ve tecavüzleri, yetiştirdikleri vahşi köpekleri yerlilerin üzerine salıp parçalattıkları ve hatta köpeklerine yedirmek için yerlilerin uzuvlarının asılı olduğu kasaplarının bulunduğu yazmaktadır. Tüm bu zulümler kitabın daha başlarında geçmekte ki bütün hepsini aktarma imkanımız bulunmamakta. Öyle ki yazar kendi gördüğü ve başkalarından duyduğu kadarıyla neredeyse 10-15 milyon yerlinin bu şekilde katledildiğini beyan etmektedir ki o dönemlerde bu sayı bu dönemlerdeki belki 100-150 milyona tekabül etmektedir dünya nüfusu göz önünde bulundurulunca. Hatta ortaçağ dünyasının skolastik düşünce etkisindeki “hristiyanlığının” papası olan yazar, bunca zulümden tiksinmiş olduğundan yerlilerin öldürdüğü “hristiyanları” duydukça sevinmekte ve”cehenneme gittiler” demektedir.
Özetle yukarıda sadece bir kısmını verdiğimiz örnekler bugün özellikle İslam ülkelerinde yaşadığımız ve mazlum halklara dayatılan savaşlarda karşılaştığımız zulümlere ne kadar benzemektedir değil mi? Peki bu savaşların planlayıcısı ve uygulayıcısı kimdir? Bu savaşları yürüten uşaklarının en büyük destekçisi ve finansörü kimdir? Tüm yeryüzünde kurulduğu bugünden bu yana sürekli savaşlar çıkaran ve bütün halklara kan kusturan kimdir? Büyük şeytan ve onun temsil ettiği siyonizm değil midir? O halde bu gerçekler bize şunu göstermektedir ki kuruluşu zulüm, kan ve gözyaşı üzerine olan ve temelleri mazlumların çiğnenmiş hakları ve parçalanmış bedenleri üzerine atılan bir devletin veya “medeniyetin”, bugün de aynı cinayetlere imza atması gayet doğaldır. Zira kökü zulüm olanın meyvesi de zulüm olacaktır. Bu yüzden İmam Humeyni(r.a.) “Ayağınız taşa takılsa Amerika’dan bilin” demiştir. Çünkü dalları budamak gövdeye zarar vermez. Kökü kurutmak gerekir. Bu kök kurursa onun dalı olan ve onun askerlerine dua edenlerin, planlarının uygulayıcısı olanların, “biji obama” diyenlerin, ona “hizmet” edenlerin, tekbir getirirken onu öven vahşi selefi çetelerin de kökü kurumuş olacaktır ve sonları gelecektir. Bu kökün bu coğrafyalarda ki uzantısı olan siyonist şebeke ortadan kaldırılırsa büyük şeytanın can damarı kesilecektir. Böyle bir köke ve kökene sahip olan bir “medeniyetten” ve ona uşak olanlardan, onunla dost olanlardan hayır beklemek, kuduz köpekten şefkat beklemektir.
Unutmamak gerekir ki şecere-i habiseden habis meyveler yetişir. Her dalı habistir o ağacın. Hangi dalından beslenirseniz beslenin zehirler sizi. Meyveleri renkleri ne olursa olsun kokuları nasıl olursa olsun çürütür imanı ve öldürür ruhu. Uzak durmak gerekir. Hem alternatif de vardır. Şecere-i tayyibe tertemiz uzantıları ve meyveleri ile yanıbaşımızda durmaktadır…
siyasetmektebi.com