ORTAK KELİME…

“De ki: ‘Ey ehl-i kitab! Bizimle sizin aranızda ortak olan bir kelimeye gelin! Şöyle ki: ‘Allah’dan başkasına ibâdet etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da bazımız bazımızı rabler edinmesin!’ ‘ Buna rağmen (onlar yine de) yüz çevirirlerse artık: ‘Şâhid olun ki gerçekten biz Müslümanlarız’ deyin!” (Al-i İmran 64)
Kur’an, zulmün ortadan kalkması ve insanın kemale ulaşması için yaptığı teklifte, özelde kitap ehlini ve genelde fıtratını yitirmemiş yüreğindeki kitabı dünyanın ateşinde yakıp kül etmemiş bütün “insanları”, her ruhun kendisinden geldiği için yine kendisine gitmeye meyilli olduğu ortak kelimeye, Allah’ı(c.c.) birlemeye ve O’ndan (c.c.) başkasını rabler edinmemeye davet etmiştir ki zaten bütün zulümlerin temelinde yatan tefrikanın ve “çokluğun” hedefi, “bir” olandan insanları uzaklaştırmak ve uzaklaşanları kendi heva ve heveslerine uygun idare etmektir. Nefislerini ilah edinenlerin kendilerini ilah ilan ettikleri dünyada, bütün gayretleri ile halkları ayrıştırıp haktan uzaklaştırma çabalarının nedeni işte bu hakikatin gün yüzüne çıkmasını engellemektir. Çünkü bu hakikatin parıldadığı dünyada karanlık hiçbir nokta kalmayacak ve her “insanın” fıtratında zaten nüve olarak varlığını koruyan “ortak kelime”, “insanı”, insani kemallerden soyutlama derdinde olanların saltanatlarından kurtaracaktır. Bu kelimenin dillendirildiği yerlerde sadece vahdet hasıl olacak ve ayrılığı teşvik edip zilleti meşrulaştıranların planları bozulacaktır.
Her asırda bütün kelimeleri ile o asra hitap eden, hiçbir dönem geçerliliğini yitirmeyen ve uyanık bir zihinle okunduğunda yeni nüzul oluyormuş gibi okunduğu çağın sorunlarına dermanlar sunan Kur’anın, bugünün en büyük hastalığına çare olarak sunduğu ve insanları davet ettiği “ortak kelime” eğer iyi irdelenirse, tüm dünyada yaşanan zulümlere karşı en iyi çare de bulunmuş olacaktır. “Hakkı tanıdığı zaman, haklıyı da tanıyacak olan” insanın, aynı zamanda zulmü ve zalimi tanıması ve zulmün kaynağını keşfetmesi de, onu bu kaynağı kurutmanın yollarını aramaya itecektir ve ezilmişlik diyarından izzetin sarsılmaz dağının doruklarına doğru hızla yol alacaktır. Bu noktada her hastalıkta olduğu gibi önce teşhisin doğru konulması ve sonra tedaviye başlanması gerekmektedir ve bugün içinde bulunduğumuz hastalığında teşhisinin doğru konulması elzemdir.
Yeryüzünün tüm kaynaklarını ellerinde tutanların sayısına ve bütün sermayesi yağmalanıp açlığa mahkum bırakılmışların sayısına baktığımızda aslında bu hastalıkla ilgili yeterli bir veri elde etmiş oluruz. Bu veriyi elde ettikten sonra bu mevzuya kafa yoran bir zihin, nasıl olur da bu kadar az bir topluluğun bu kadar çok bir topluluğu sömürebildiğini düşünmeye başlayacaktır. Ve hemen akabinde sömürenlerin ve ezenlerin yek vücut olduklarını oysa ezilenlerin türlü isimlerle nitelendirilip, türlü kategorilere ayrıldıklarını, ezenlerin arasından su sızmazken, ezilenlerin her parçasının bir diğer parçasına düşman edildiğini, din, dil, ırk, mezhep ve hatta renk olarak çeşitli suni ayrılıklar üretildiğini keşfedecektir. Her ayrılığı körükleyen yapının başında olanların aslında o ayrılıktan nemalandığını ve kendisini takip edenlerin gücünü, kendisinin de içinde bulunduğu zalimler uğruna nasıl kullandığını da fark edecektir.
Bu sorgulama yeteneğine sahip olan zihin, insanın nasıl yaratıldığını düşünürse, ilk insanların bir arada olduğunu, zulmün daha sonra icad edildiğini ve hakkın uygulanmadığı yerdeki boşluğu doldurduğunu, aslında hiçbir gerçek temele dayanmadığını da anlayacaktır. Tüm bu sonuçlara ulaşınca, hastalığın tefrika ve ayrımcılık olduğu, tek bir millet olan insanlığın, birden çok parçaya ve dine ayrıldıktan sonra birbirinden uzaklaştırıldığı gerçeği kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Hastalık tefrika ise bu hastalığın tedavisinin ancak vahdetle sağlanacağı da kesinleşmiş olacaktır. Çünkü kendi aralarında vahdeti sağlamış olan zalimlerin gücünün kaynağı da budur. Bütün planları ortaktır, bütün hedefleri ortaktır ve bütün güçleri bir aradadır. Her biri farklı milletten veya dinden görünür ama her biri aynı yolun yolcusudur, aynı kavmin mensubudur.
Madem ki böyle bir hastalık gerçeği ile karşı karşıya bulunmaktayız, bizlerin de hiçbir ayrım yapmadan bütün halkları ve mazlumları “ortak kelimeye” çağırmamız, onlara kurtuluş reçetesini sunmamız en büyük sorumluluğumuzdur. Bu çağrıyı yaparken önce zalimi tanıtmamız gerekmektedir. Her türlü ayrılığı ortaya çıkaran tüm tanımlamaları ve etiketleri bir kenara bırakarak muhataplarımıza sormamız gereken en önemli soru şudur ki; zalim kimdir? Bugün bütün dünyadaki savaşlarda muhakkak bir payı bulunan, elini uzatmadığı bir coğrafya bulunmayan, kurulduğu tarihten bu yana sürekli insanların ölümüne yol açan, zaten zulüm, kan ve gözyaşı üzerine kurulmuş olup koskoca bir kıtanın büyük bir bölümünü gaspetmiş bulunan kimdir? Kimdir bütün dinlerin mensuplarının kanının akıtılmasında parmağı bulunan? Kimdir hakkını aramak isteyenlerin tümünün önünde yegane engel olarak duran ve hak arayışındaki bütün dinlerin, ideolojilerin ve kavimlerin en büyük düşmanı olan? Ve bu düşmanı var edenler kimlerdir? Bu düşmanın hedefini belirleyen fikir nedir? Bu düşmanın reklamını yapıp halklara pazarlayanlar kimlerdir? Bu düşmanın planlarında görev almaktan onur duyanlar, ondan ödül alanlar ve onunla stratejik amaçlarının bir olduğunu beyan edenler kimlerdir?
Bu tip sorularını çoğaltmak mümkündür elbette. Ama bu yazının muhataplarının da anladığı gibi kastımız büyük şeytan Amerika ve onun fikir babası siyonizm ve onu hayata geçiren batı medeniyeti(!)dir. Aslında bu gerçek o kadar aşikardır ki, her ne kadar birbirine düşman edilmiş olsalar da bütün fikirlerin, inançların, kavimlerin hepsi büyük şeytana düşman olduklarını ikrar etmektedir. “Amerikancı” tabirinin hakaret olarak algılamayan ve mazlumların kurtuluşunu gaye edindiğini belirten bir tek fikir var mıdır? Kendisine “siyonist” diye hitap edildiğinde rahatsızlık duymayan herhangi bir fikrin mensubu var mıdır? Hangi milletin gerçek savunucuları bu tabirlerden rahatsızlık duymaz ve yeryüzünde hangi halk büyük şeytanı ve siyonizmi bilerek ve tanıyarak savunabilir? Fıtratını yitirmemiş bütün insanların damarlarında büyük şeytana ve siyonizme düşmanlık dolaşmaz mı? Bugün siyonizmin oyununa gelip tahkir ettiğimiz halkımızın hangi bireyi büyük şeytana ve siyonizme düşman değildir?
Madem ki tüm halkların ortak düşmanı büyük şeytan ve onun fikir babası siyonizmdir öyleyse en önemli hastalığın teşhisi konulmuştur artık. Bizleri bu hastalıktan ve bu hastalığın sonuçlarından bihaber bırakmak isteyenler ise, başlı başına hastalık taşıyan mikroplardır o halde. İlk yapmamız gereken diğer bütün hastalıklarımızdan önce, bütün hastalıklarımızın kaynağı olan ve bağışıklık sistemimizi çökerttiği için yeni hastalıklara karşı bizleri güçsüz bırakan bu temel sorundan kurtulmak olmalıdır. Burada yeni bir soru ortaya çıkmaktadır. Hastalığı teşhis ettik ama tedavi nedir? Bu hastalık yüzünden tefrikaya düştük ve güçsüzleştik tamam ama bizi bir araya getirecek olan ve vahdeti tesis edecek olan nedir? Kim bize tekrar izzeti kazandıracaktır ve her fikir, millet, din, mezhep bunu kabullenebilecek midir?
Malumunuzdur ki bir ilaç nerede üretilirse üretilsin, her coğrafyada kullanılmakta, üreten hangi dinden, kavimden veya ideolojiden olursa olsun, bütün dinlerden ve kavimlerden hastalar o ilaca ulaşıp faydalanmaktadır. Hiçbir hasta kendi hastalığının ilacını, sırf başka bir kavmin veya dinin mensubu buldu diye o ilacı almayı red etmeyecektir. Ederse zaten iyileşme derdinde değildir. Öyleyse halkların manen ve madden sömürülmesinin, yok edilmesinin temel nedeni olan büyük şeytana ve siyonizme karşı kimlerin mücadele ettiklerine bakmak ve bu mücadele ehlinin çare olarak ortaya attığı fikre kulak vermek toplumsal sağlığımıza kavuşmamız için gereklidir. Bugün tüm dünyayı sarmış olan zulme karşı yine tüm dünyada elinden geldiğince mücadele veren ve sırf bu zulmü ortadan kaldırmak ve hakkı hakim kılmak için direniş cephesi oluşturmuş olan İran İslam İnkılabı, işte aradığımız ve bahsettiğimiz dermanımız olan “vahdetin” mebdeidir, kaynağıdır. Hem de öyle bir kaynaktır ki her millet, her din, her mezhep ve her ideolojiye mensup milyonlar ondan kana kana içtikleri halde zerre miskal minnet etmemekte, bütün gücü ile insanlığın vahdetini tesis etmeye çalışmaktadır. Gerçekleştiği ilk andan itibaren İslam İnkılabı zulümden içi yanmış mazlumların sığınağı olmuş, hiçbir mazlumu etiket sorgusundan geçirmemiştir. Kendi heva ve hevesleri doğrultusunda halkların haklarını, kendi hakları ilan edenlere yeryüzünün her coğrafyasında karşı çıkmış ve insanları başkalarını rabler edinmekten kurtarmaya çalışmıştır.
Evet… İslam İnkılabı ilahi adaletin yeryüzüne yansıması ve Allah’ın (c.c.) hükmünün tezahürü olduğundan, bugün bütün insanlığın Kur’an ile çağrıldığı “ortak kelime”dir. Bu “ortak kelime”de buluşanların muzaffer olmaları kaçınılmazdır çünkü daveti yapan Allah’tır (c.c.). İnsanlığın kurtuluşu bu çağrıya “lebbeyk” demektedir. Hakkın davetine icabet etmeyenler batıla kucak açmıştır ve hakka sırtını dönüp batıla koşanların kimliklerinin değeri yoktur. Tıpkı hakkın tecellisi olan İslam İnkılabının nazarında mazlumların kimliklerinin değerinin olmaması gibi. Öyleyse biz de bütün insanlara çağrımızı yineliyoruz;
“Bizimle sizin aranızda ortak olan bir kelimeye gelin!”
siyasetmektebi.com