ONLAR DİRİ, BİZ ÖLÜ…

Hiç bitmesin diye içten içe dua ettiğimiz hayatlarımızda çektiğimiz acılar, yaşadığımız sevinçler, umutlarımız, zaferlerimiz, yenilgilerimiz bizlere öyle tatlı kılar ki dünyamızı, neden geldiğimizi, nasıl yaşamamız gerektiğini unuturuz bazen. Bazen kral, bazen köle olduğumuz bu dünyadan ayrılmak öyle zorlaşır ki hem kralın hem de kölenin çevrilir etrafı dünya sevgisi ile. Aldığımız her nefes bir sonraki nefesi almak içindir, elde ettiklerimiz daima azdır bizim için. Hedeflerimizle yaratılışımızın hikmeti birbirini tutmasa da o hikmete ulaşmaktansa hedeflerimize ulaşmaya çalışmak daha tatlı gelir bize. Bunun için kararır gözlerimiz ve bunun için başkalarının dünyalarını karartacak kadar azgınlaşabiliriz. Savaşlarımız hep daha fazlası içindir. Barışlarımız hep daha fazlası için. Daha fazlası için zulmederiz, daha fazlası için zulme boyun eğeriz. Kibir daha fazlası içindir, zillet daha fazlası için.
Dünya yegane dünyamız olduğu için dalarız hiç düşünmeden. İmtihan tarlasında oynarız bütün oyunlarımızı ve unuturuz hasat mevsimini. Biz daldıkça dünyanın derinliklerine çürür ektiğimiz tohumlar, yücelmesi gerekenler gömülür toprağa, bereket kuraklıkla, ümit hüsranla yer değiştirir de fark edemeyiz. Öyle savruluruz ki hedefimizden uzaklara, savrulmanın kendisi hedefimiz oluverir, tutunacak dal bulamadıkça tutunmaya çalışmak anlamsızlaşır ve köklerimiz kopar ruhumuzdan. Köksüz kalınca meyvesiz kalırız, eli boş müflis gibi günleri günlerin üzerine deviririz. İki günü bir olanın zararda olduğu bir dünyada her günümüz bir diğerinin basit kopyaları haline gelir, yaşamlarımız birbirinin aynı olur. Damarımızda kan aksa da dünyamızda herkesin beti benzi solmuş olur. İtiraza takati kalmayanların dünyalarında yaşam ile ölümün arasında fark da kalmaz. Dünyayı süsleyip bize sunanların dünyalarımıza dahi sahip çıktıklarını gördüğümüzde aynı dünyaları kaybetmemek için suskunluk ile zilleti aş edinip bir güzel yeriz ve yaşadığımız için şükrederiz.
Halbuki ne kadar acı bir durumdur soluduğumuz havayı yaşadığımıza delil olarak sunan bizlerin yaşamın hakikatiyle ilgili hiçbir fikrimizin olmayışı. Büyük uykunun içindeki küçük uykular ile doldururken gecelerimizi, gördüğümüz rüyalara dalıp acı ve sevinç hissetmemiz ne büyük ihanettir varlığımıza. Ne büyük aymazlıktır tüm alemlerin özeti olup da o alemlerle bağ kuramamak ve bundan rahatsız olmadan alemde yer kaplamak. Dört duvarı aşmak isterken bir küreye hapsolmayı özgürlük telakki etmek, emrine amade olarak yaratılan maddenin emrine amade olmak ne büyük ahmaklıktır. Sınırlar çizerek ruha, serbest bırakmak nefsi ve miracı red ederek tercih etmek mezarı ne büyük gaflettir. Her doğup batanın peşinden koşarken hep küçük kalmak, büyümemek, yücelmemek ve sadece nefes alıp vererek yaşamak, yaşadığını zannetmek ne büyük aldanmadır.
Bunlardan daha beter olanı da can vererek hayatı satın alanları, yaşamı yaşanılması gereken yerde yaşamak üzere bu diyarda bırakanları, bahar için kışları kurban edenleri, gerçek ticaret ehlini, pervaneleri, nurun aşıklarını ve aşkın hücresi olmak için her hücrelerini aşkla yakanları ölüler saymamızdır. Atan kalbimize bakarak kalbi atmayanları ölüler farz eden bizlerin, ölmüş fıtratlarımız ve ruhlarımız ile, alemin her zerresini kendi ruhlarını katarak diriltenlere cansızlarmış gibi davranmamızdır en büyük yanılgımız. Tıpkı zindandan kurtulanların arkasından acıyan gözlerle bakan zindan ehlinin kendilerini o zindanda daha güvende hissetmeleri gibi sarılarak dünyalarımıza, bu dünyayı terkedenlere acımamızdır asıl acınacak olan. Duymayı, görmeyi, koklamayı, yürümeyi ve bütün eylemleri maddi sınırlar içine hapseden bizlerin, bu eylemlerimizi kendileriyle yaptığımız maddi araçlarımız tükenince tükeneceğimizi zannetmemizdir en büyük hatamız.
Bize yaşamayı dünya ile dayatanların, yüreklerimize ektikleri korku tohumları yeşerdikçe dört elle sarıldığımız fani hayatlarımıza bağlanmış olan idraklerimizin kuşatamadığı hakikattir zaten ebede ulaşmayı özgür iradesi ile seçenlerin dipdiri olarak kalması. Hiç yaşlanmaya niyeti olmayan nefislerimizin terketmemek için çırpındığı bedenlerden, hep genç kalan kamil ruhların bir çırpıda vazgeçmesi ve bedenden azade olmak için zorluğa sıkıntıya talip olması ağır gelir zihinlerimize ve anlam veremeyiz bunca tattan, nimetten kopmak için sarfedilen bunca çabaya. Sisle kaplı dünyalarımızda bir adım ötesini göremeyen gözlerimize ağır gelir o sisin derinliklerine bakan gönül gözlerinin bakışları. Biz perdeler ehliyken onlar yırtıverir tüm engelleri hakikatle aralarında asılı duran. Biz desenlere dalarken, renklerle oyalanırken, aldanırken aldatanın oyunlarıyla, onlar geldikleri yere gidebilmek için çırpınıp dururlar. Biz vatan bilirken burayı onlar gözyaşlarıyla ıslatırlar gurbet topraklarını, kanları ile aydınlatırlar sılaya giden yolları.
Ve canlı sayarken kendimizi bizler, ilahi ferman uyarır ötelerden bizleri ve sarsar bütün bildiklerimizi, dağıtır uykularımızı. “Allah (c.c.) yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin! Bil’akis (onlar) hayattadırlar, fakat (siz) anlayamazsınız” (Bakara 154). O halde onlar diri iseler biz ölüyüz demektir. Onların gördüğünü göremiyorsak, onlara ölü diyemeyeceksek ve onlar ile aynı dünyada değilsek öyleyse bizler hareket halindeki ölüleriz. Oysa ne çok benziyorlar ölülere öyle değil mi? Suskunlar, hareketsizler, gözleri kapalı. Dünyanın binbir türlü fesadı ile aralarında surlar örülü artık. Tatlı bir huzur ve arınmışlık ile bulmuşlar sekineti ki kalpleri Allah’ı (c.c.) anarken durmuş besbelli. Hiçbir telaş, hiçbir endişe yok yüzlerinde ve zaten tertemiz olan ruhları yükselmiş miraca kurtularak bedenlerinden. Farklı bir alemin emaneti idiler bizlere, emanetler döndü tekrar asıl sahibine.
Anlaşılan o ki dirilmek için ölmek lazım Allah (c.c.) yolunda. Rızıklanmak için O’nun (c.c.) dergahında, kurtulmak lazım dünyanın tamahından. Tadabilmek için gerçek hayatı vazgeçebilmek lazım aldığımız nefesten. Kanımız O’nun (c.c.) yolunda akmalı ki bizim için açılsın kapılar. Ruhumuz o kadar kemale ermeli ki bu dünya onu kuşatmaya yetmesin ve terk-i dünya ile bulsun asıl dünyasını. Sılamızda dirilmek için gurbette ölmek lazım anlaşılan. Zillet ile bezenen yeryüzünden izzet ile geçip gitmek lazım dirilebilmek için. Anlayamayacak olanlara aldırmadan yaşamı seçmek lazım ölerek. “Kabe’nin Rabbine andolsun ki kurtulmak” için bütün çilelerimizden , kurtulabilmek lazım dünyalıklarımızdan. Yaşamımız O’nun (c.c.) yolunda olduğu gibi ölümümüz de O’nun (c.c.) yolunda olunca neşv-u nema bulacak hayat çünkü.
Her şehit ile alemlerin tekrar dirilmesi ve yeniden ümit ile yeşermesi ruhların, mazlumların gözlerinin içindeki hüznün dağılıp gitmesi bundandır işte. Şehit hayatın kaynağıdır çünkü. Hayat onunla anlam bulur ve onunla doluverir bedenlere. İzzet, şehidin mirasıdır ki eker toprağa canıyla ve o topraktan ölmeyecek yeni şehitler boy verir bu aleme. Şehit diridir her dem. Bizim gibi ölülere ulaştırmak için çağrıyı, feda eder bedenini. Kurtulan ruhuyla nurlandırır geceyi. Şehit “nar”ı “nur”da yakar zaten ve kurtarır gecenin kafesinden yıldızları. Böylece aydınlanır gece , yollar belirginleşir. Dünyanın nefes alabilmek için ihtiyacı vardır şehitlere, hayatın devam edebilmesi için ihtiyacı vardır onlara. Rahmet vesilesidir onlar bizler için ve Allah (c.c.) yolunda kabul edilen kurbanlarımızdır onlar. Şehitler, insanoğlunun yüklendiği ama taşımakta zorlandığı yükün altına gönüllü olarak giren ve insanlığın haysiyetini, şerefini, onurunu omuzlayan dirilerdir. Onlar ölürlerse, ölüm dirilir ve kuşatır her yeri. Onların eksildiği toplumlarda ölüm çoğalır, zulüm çoğalır. Onlar olmasa helak olur insanlık, azap olur yağar gökten üzerimize zillet.
Şehit can damarıdır varlığımızın. Koparsa, koparız varlığımızdan. İnsanlığımız alınır ellerimizden, esfele safilin yollarının kervanlarına katılırız. Bu yüzden onlar diridirler ve bizleri diriltmek için düşerler toprağa. Öyleyse ya onlardan olalım, ya onları sevenlerden, yollarında yürüyenlerden. Aksi takdirde nefes alan ölülerdeniz bilelim…
siyasetmektebi.com