HasbihalSon Yazılar

NEDEN İRAN?…

Ya İslam’a olan düşmanlıklarından ya da İslam düşmanlarının propagandalarından etkilendikleri için İslam İnkılabı’na düşman olan, onun karşı safında yer almaya niyetlenenlerin, İnkılabı sevenlere, İmam’a itaat edenlere sordukları ilk sorulardan biridir “Neden İran?” sorusu. İçi boş ve sığ bir soru olmasına rağmen kimileri mal bulmuş mağribi gibi sarılırlar bu soruya ve hemen ardından hiçbir tarihi ve bölgesel hakikate dayanmayan diğer itirazlarını ileri sürerler. İşte biz de bu yazımızda biz bu sorulara ve buna benzer şekilde üretilmiş olan ve hemen hepimizin sosyal medya vb. ortamlarda karşılaştığımız itirazlara cevap vermeye çalışacağız.

Öncelikle “Neden İran?” sorusunun cevabından başlamak istiyoruz. Bu soru, hakkı ve hakikati arayıp bulmak isteyenlerce sorulmuşsa cevabı oldukça kolay olan, ama hakkı bulmak amacıyla değil de onunla mücadele etmek ve ellerindeki batılı hak olarak lanse etmek isteyenlerce sorulmuşsa, ayet ve hadislerle izah etseniz bile, hatta mucizeler gösterseniz dahi ikna edici bir cevabı olmayan bir sorudur. Bu yüzden soruyu soranın psikolojik yapısını, hangi safta bulunduğunu ve bu soruyu sorma amacını iyi tahlil etmek gerekir. Biz sorunun içinde barındırdığı çelişkileri ve tarihsel alt yapısını irdeleyerek cevap vermeye çalışacağız.

Bu bağlamda bize göre “Neden İran?” sorusu, özellikle Kur’an’da defaatle kendilerinden ve sapmalarından söz edilmiş olan “siyonist” Yahudilerin, Peygamberleri a.s. inkar için kullandıkları bütün argümanları  ve hakka sırtını dönmenin bahanesini oluşturan bütün itirazları içinde barındırmaktadır. Bu soru aslında kibrin, hasedin, hakka olan düşmanlığın, nifağın ve inadın bütün boyutlarının yansımasıdır. Çünkü, hakkı arayan birinin o hakla karşılaştığında onda eksik bulma gayretine girmeyeceği gün gibi açıktır ki zaten arasa da bulamayacağı için onun hak olduğunu hemen kabullenecektir. Ama derdi hak olmayanın ilk işi “buzağının rengini, beneklerini, yaşını ve hatta boynuzunu ” sormak, berrak olanı bulanıklaştırmaya çalışmaktır. Ki bu da siyonist mantığının en temel özelliğidir.

Malumunuzdur ki Medine Yahudileri, Medine’ye geleceğini bildikleri peygambere tabi olmak için oraya göç etmiş ve bu peygamber geldiğinde müşriklerden intikam alacaklarını onlara sürekli olarak tekrar etmiş olan Yahudilerdi. Bunlar, görünüşte hak için, hakka ulaşmak için yerlerini terketmiş olan hak aşıklarıydı. Ama önemli bir sorun vardı oda bunlar hakka şartlı olarak bağlıydılar ve Peygamberin kendi kavimlerinden olmasını bekliyorlardı. Ve bu yüzden de bekledikleri Peygamber s.a.a zuhur edip şehirlerine hicret ettiğinde O’na s.a.a. ilk karşı çıkan ve O’nu s.a.a. ilk inkar eden bunlar oldu. Oysa bu Yahudiler Kur’an’ın tabiriyle Resulullah’ı s.a.a. “kendi çocuklarını tanıdıklarından daha iyi tanıyorlardı” ve zaten bu Yahudilerin anlattıklarından dolayı Medine’deki müşrikler Resulullah’ın s.a.a çağrısını duyunca hemen iman etmişlerdi. Ama Yahudiler, “Neden bir arap peygamber oluyor? Peygamberlik Yahudilerin hakkıdır” türünden itirazlarla hakka sırtlarını dönüyorlardı.

Bu, Yahudilerin (siyonist olanların) ilk inkarı da değildi. Onlar bütün Peygamberlerine a.s. hep bu minvalde itiraz etmiş, ya soylarını beğenmeyip “neden o soydan peygamber geldi ki?” diyerek peygamberliği kendi soylarına has kabul etmişler, ya da zenginlik veya fakirliğini beyan edip Allah’ın c.c. her seçimine “neden?” itirazıyla karşı çıkmışlardı. Tıpkı şeytan gibi Yahudiler de “neden” sorusunu kibirlerini dışa yansıtmak için kullanmışlardı. Bugün İslam İnkılabına yönelik “neden” sorusunun temelinde işte bu gerçek yatmaktadır.  Bu yüzden itirazın hedefi hakkı bulmak değil, onunla mücadele etmek ve onu inkar etmektir aslında ve bu “neden”, “keşke olmasaydı”yı içinde barındırmaktadır.

Biz de buna karşı “neden olmasın? “diye soruyoruz şimdi. Hakikaten “neden olmasın?” Neden İslam İnkılabı’nı sevmeyelim? Neden İran’da gerçekleşen İslam İnkılabı’na gönül vermeyelim, takip etmeyelim, desteklemeyelim? Hakkın, Allah’ın c.c. tayin ettiği bir coğrafyası mı var? Hak, sadece bir coğrafyanın veya bir ırkın esiri midir? Allah c.c. bir kavmi diğerine üstün mü yaratmıştır? Üstünlük bireylerde olduğu gibi halklarda da “takva” ile değil midir? Bir insan hakkı arıyorsa ve o hak kendi coğrafyasında değil de başka bir coğrafya da zuhur etmişse ona sırtını mı dönmelidir? Yoksa hak, insanların heva ve heveslerinden bağımsız olarak hak edenin temsil ettiği bir nur mudur? Hakkı elde etmek için gayret gösterenlere o hak Allah’ın bir lütfu değil midir? Mesela Peygamberimiz s.a.a Arap yarımadasında zuhur etti diye İran’dakilerin veya ve Anadolu’dakilerin O’nu s.a.a. inkar etme hakları var mıdır? Ya da Mekke’deki Peygamberi Medine’dekiler “neden Mekke? ” diye red mi etmişlerdir?

Bu sorular uzar gider ve akıl sağlığı yerinde, niyeti halis olan biri bunların cevabını gereği gibi verebilir elbette. Ama “neden İran?” diyenlere İran’ın İslam İnkılabı olduğunu, İslami hükümleri “anayasa” kabul ettiğini, Allah’ın c.c. haramlarını yasakladığını, bu minvalde içki, kumar ve fuhşun icrasının, üretilmesinin yasak olduğunu, yeryüzünün tüm mazlumlarına din, mezhep ve ırk ayrımı gözetmeksizin yardımda bulunduğunu, aslında İran’ın bir coğrafya olduğunu, kavim ismi olmadığını, itiraz edenlerin kendi kavimlerinin de o coğrafyanın sakinlerinden olduğunu, İslam İnkılabının başında Resulullah s.a.a gibi sade yaşayan, saray yapmayıp saray yıkan, lüksü, şatafatı, israfı “itibar” kabul etmeyen, izzeti ve şerefi Allah’ın c.c. yolunda gitmekte arayan seyyidlerin bulunduğunu ve bunların kafirlere zalimlere karşı şiddetli, mazlumlara karşı şefkatli olduğunu da hatırlatmak gerekir. 

Yine de “biz geçmişte şöyle büyük bir kavimdik, İslam’a şöyle hizmet ettik, böyle hizmet ettik” derlerse Allah’ın c.c. onları Ey îmân edenler! Sizden kim dîninden dönerse (bilsin ki), Allah ileride (onların yerine) öyle bir kavim getirir ki, (O) onları sever; ve (onlar da) O’nu severler; (o bahtiyâr insanlar) mü’ minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı şiddetlidirler! Allah yolunda cihâd ederler ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar! İşte bu, Allah’ın bir ihsânıdır ki, onu (kendi lütfundan rızâsına yönelen kullarından)dilediğine verir. Çünkü Allah, Vâsi’ (ihsânı bol olan) dır,  Alîm (hakkıyla bilen)dir. (Maide 54) ayetini hatırlatmak gerekir. Eğer geçmişte söyledikleri gibi ataları İslam’a hizmet etmiş olsalar bile bugün onların yerinde olanların her türlü haramı meşrulaştırdığı, İslam düşmanlarıyla dost olduğu, ümmeti türlü bahanelerle ayrıştırmaya çalıştığı hakikati ortada durmaktadır.

Buna rağmen atalarının, İran İslam İnkılabı’ndan önce, İran’da yine kendileri gibi saray sahibi olanlarla yaptıkları savaşları dile getirip o atalarının yolunda gitmekte ısrar ederlerse “Onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye  uyarız’ derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” ayetiyle mukabelede bulunmak akıl sahiplerini hakka davet için yeterli olacaktır. Ayrıca geçmişine bu kadar “iman” etmiş olanların o geçmişin (velev ki bütünüyle hayırla dolu olsa bile) bugünü kurtaramayacağını, şeytanın, inkarından önceki geçmişinin tamamen ibadet ve itaat ile dolu olduğunu bilmeleri de yararlarına olacaktır. Nasıl ki şeytanın dünü, bugününü kurtaramamışsa, geçmişlerin “iyilikleri” bugünkülerin kötülüklerini temizleyemeyecektir. 

Bu aşamalardan sonra  hemen “ama İran hiç kafirlerle savaşmadı ki?” itirazı gelecektir ki az önceki paragrafta İran İslam İnkılabı’nın öncesinin de bu itirazı öne sürenlerin geçmişi gibi saltanat olduğunu ve bizim açımızdan içerdiği hakikat bakımından “İran”ın, İslam İnkılabından sonraki İran olduğunu anlatmak gerekir. Yine de bu itiraz sahipleri şunu da bilmelidirler ki İslam, yeryüzüne yayılırken hem doğuda hem batıda, hem kuzeyde hem güneyde kafirler vardı. Küfür sadece batıya has bir kavram değildi. Sizin atalarınız batıdaki kafirlerle saltanatları için savaşırken, İran’daki saray sahipleri de kendi saltanatları için doğudaki kafirlerle savaşıyordu. Yetmeyince her iki saltanat kendilerinin dünyalıkları için hem birbirleriyle hem de diğer İslam ülkeleri ile de savaşıyorlardı. Zaten böylece İslam öyle ya da böyle hem doğuya hem batıya yayılabildi. 

Bu itiraz da tutmayınca muhtemelen “onlar şii” diyeceklerdir. Şimdi oturup bunlara mezhepler tarihini anlatmak uzun zaman alacağından, Peygamber’in s.a.a. hiçbir mezhebi olmadığını, mezheplerin (bilindik manaları ile) Resulullah’tan s.a.a. yüz küsür yıl sonra ortaya çıktığını, saltanata, zulme karşı direnen tek mektebin Ehl-i Beyt mektebi olmasından dolayı saltanat sahiplerinin (Emevi, Abbasi) onlara karşı alternatif üretme çabasına girdiklerini, bu yüzden İslam’ın saltanatların heva ve heveslerine hizmet edebilsin diye bölündüğünü ve sünni de olsa o dönemlerde her mezhep mensubunun birbirine düşman kılındığını hatta birbirlerinin arkasında namaz kılmayıp birbirlerini tekfir ettiklerini vs. anlatmaya çalışmayın. Ya da anlatın ama fazla ümitlenmeyin. Sadece mezheplerinin imamlarının Ehl-i Beyt yareni olduklarını, Ehl-i Beyt sevgisinden dolayı mesela İmam Ebu Hanife’nin dönemin halifesi tarafından şehit edildiğini, İmam Şafi’nin hapse atıldığını, İmam Malik’in kırbaçlandığını, hatta İmam Ebu Hanife’nin İmam Cafer’in a.s. talebesi olduğunu ve O a.s. olmasa idi helak olacağını beyan ettiğini, dönemin halifesine karşı kıyam eden İmam Zeyd’i a.s. (ki İmam Zeynelabidin’in a.s. oğlu idi) maddi manevi desteklediğini, “Zeyd’in kıyamı, Bedir’de Resulullah’ın s.a.a. kıyamı gibidir” dediğini anlatın. Belki bu mezhep düşmanlığının yapay olduğunu, kaynağının “saraylar” olduğunu anlarlar.

Bu sorun da çözülürse “ama onlar Amerika ile işbirliği yapıyor” sorusu gelecektir ki asıl şenlik bu noktada başlamaktadır. Bu soruya istediğiniz delili getirin, istediğiniz kadar İslam İnkılabından tek bir ABD üssü olmadığını ama soruyu soranların memleketlerinin ABD üssü ile donatıldığını, İnkılap ile ABD’nin siyasi ilişkilerinin bulunmadığını fakat soruyu soranların ABD’ye stratejik ortak, dost diye hitap edenleri takip ettiklerini, her cephede İnkılabın ABD ve işbirlikçileri ile savaştığını fakat aynı cephelerde ABD’nin yardımcısının soruyu soranların takip ettiği idareciler olduğunu, İnkılabın ABD’ye “büyük şeytan” dediğini anlatın fayda vermeyecektir. Çünkü “öyle diyorlar ama el altından anlaşmışlar” diyeceklerdir.

O zaman “madem öyle sizin de İslam İnkılabını sevmeniz gerekir” deyin. Ve onlara “Madem İran, ABD ile el atından gizli anlaşmalar yapmış, siz alenen yüzlerce anlaşma, onlarca üs ile, dostumuz, ortağımız övgüleri ile zaten ABD ile anlaşmışsınız, o halde İran ile de dost olmanız gerekir. Çünkü size göre, sizin aleni dostunuzun gizli dostu İran’dır. Bu kadar çok düşman olmanızın ne mantığı var?” diye sorun. Ayrıca madem İran ile ABD dost, neden bunca tiyatroya ihtiyaç duyduklarını, ABD’nin bu coğrafyalarda neden rahatça hareket edemediğini, İran’ın neden ABD’ye direnen her harekete sınırsız destek verdiğini sorgulayın. 

Tüm bu sorgulamalara rağmen yine de “cennetin yolu İran’dan geçse biz cennete gitmeyiz” derlerse salın gitsin. Çünkü bu cehalet tercih edilmiş bir cehalettir ve bunların tümü hakikati iyi bildiklerinden dolayı inkar eden “Ebu Cehiller”dir. Allah c.c. bunlar için ne de güzel buyurmuştur: “Lekûm dinikûm ve liye din”…

siyasetmektebi.com

 

Etiketler

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

 
Başa dön tuşu
Kapalı