HasbihalSon Yazılar

MEYVE VEREN AĞAÇ… ŞECERE-İ TAYYİBE…

şecerei tayyibe

Şecere-i tayyibenin muazzam ürünü olan İran İslam İnkılabı, gerçekleştiği ilk andan itibaren şecere-i habisenin saldırılarına maruz kalmış ve meyve vermesi engellenmeye çalışılmıştır. İnsanlığın düşmanı olan ve insanoğlunun yolunun üstüne oturup onu haktan saptırmaya yemin eden şeytanın habis kuvvetleri, insanlara şuur, bilinç, basiret, izzet, şeref ve iman bahşeden İslam İnkılabını, ümmetten koparmak ve yalnızlaştırmak için bütün güçlerini seferber etmiş, türlü fitnelerini ulaştırdıkları halkları İnkılaptan uzaklaştırmaya çalışmıştır. “SİYONİZMİN ASABİYETİ”(1) başlıklı yazımızda bu fitnelerden biri olan “asabiyet” belasının, İslam İnkılabına karşı nasıl kullanılmaya çalışıldığına, buna meyleden zalimlerin ve münafıkların en aşağılık yalanlara ve iftiralara dahi başvurmaktan çekinmediğine değinmiştik. Bugün ise bu fitnelerin en çok kullanılanlarından biri olan “mezhep” fitnesine değinmeye ve gücümüz yettiğince bu konudaki fitnelerin ve iftiraların üzerini örttüğü hakkı ortaya çıkarmaya çalışacağız.

Elbetteki amacımız İslam İnkılabı özelinde şiaya atılan iftiralara cevap vermek değildir. Zira bu mevzu bu yazının boyutunu çokça aşacaktır. Amacımız şii-sünni ihtilafının neden körüklendiğine, kimlerin buna alet edildiğine ve İnkılabın üzerine tesis edildiği vahdet ilkesine kimlerin neden düşman olduğuna parmak basmak ve birçok iyi niyet(!) perdesinin arkasına saklanmış olan nifağın, bir parça da olsa gün yüzüne çıkmasını sağlamaktır. Bu perdeler o kadar iyi hazırlanmış ve güzel boyanmıştır ki, her iki ekolün samimi olan bağlıları, yine her iki ekolün(!) nifak çevrelerinin eline düşmüş ve hakikatle bütün bağları kopmuştur. Aynı Allah’a (c.c.), aynı peygambere (s.a.a.), aynı kitaba iman edip aynı kıbleye yönelen ve aynı düşmanlar tarafından hedef alınan İslam ümmetinin bu iki ekolüne bağlı müslümanlar, hakka sahip çıkıp şerefli, izzetli bir duruşa sahip olan ve ilimlerini az bir pahaya satmayan alimlerin bütün uyarılarına rağmen, küfrün ve nifağın gönüllü uşakları tarafından her çağın büyük şeytanının isteği doğrultusunda birbirinden koparılmaya ve asıl hedeflerinden uzaklaştırılıp birbirlerine düşman edilmeye çalışılmıştır.

Özellikle Abbasiler döneminden itibaren başlatılan bu tefrika hareketi, kardeşlerin birbirlerinden ayrılmasına ve zalimlerin saltanat sürmesine neden olmuştur. Toplumda yer edinmiş alimler bahane edilerek onların adlarına üretilen nifak fetvaları ile ümmet, düşman kardeşler haline getirilmiştir. İmam Cafer’den (a.s.) ders alıp bununla övünen İmam Ebu Hanife’nin, ehl-i beyt’i sevmenin farziyetini sürekli gündeme getiren İmam Şafi’nin, yine İmam Cafer’den (a.s.) ders alıp ondan hadis nakleden İmam Malik’in ve ehl-i beyt’in faziletlerini sayan İmam Ahmed bin Hanbel’in, adını kullanarak niyetlendikleri nifağa maske hazırlayan saltanat sahibi süfyaniler, bahsi geçen bu alimlerden sonra onları takip ediyor gibi görünen uşakları ile oluşturmayı amaçladıkları ihtilafı derinleştirmişlerdir. Garip olan şudur ki bugün bu isimlere uyarak(!) birbirlerine düşman olan müslümanların çoğu, İmam Ebu Hanife’nin ehl-i beyte olan sevdasından ve İmam Zeyd’e (r.a.) verdiği destekten dolayı zindana atıldığını, Harun’un kadısı olmayı reddettiğini ve zindanda işkence ile şehid edildiğini bilmezler. Yine diğer mezhep imamlarının sırf ehl-i beyt’in faziletlerini nakledip onlara olan bağlılıklarından dolayı işkence gördüklerini de bilmezler. Yalnızca birbirlerinden farklı görüşler ileri sürdükleri için ehl-i beyt imamlarını (a.s.) ve mezhep imamlarını birbirlerine düşman zannedenler, onların ahlakına sığmayacak sözleri uydurarak bu çekişmeyi körükleyenlerin de kucağına düşmüşlerdir.

Bizatihi okuduğumuz bir fetva kimin kime uyduğunun ve yukarıda bahsettiğimiz şahsiyetlerin fikirlerinin ve yollarının nasıl saptırıldığının da delilidir bizim için. Fetvada “İmam Ebu Hanife bu konuda şunları söylemiştir. Şeyheyn ise (Ebu Yusuf ve Ebu Muhammed) şunları söylemiştir. Biz şeyheyn’e uyuyoruz” denmekteydi. Ki bu fetvada bahsi geçen Ebu Yusuf, İmam Ebu Hanife’nin, Harun’un kadılık teklifini red edip şehid edilmesinden sonra Harun’un kadısı olup, O’nun türlü pisliklerini onaylayacak fetvalar veren saray mollasıdır. Ve düşünün ki Ebu Hanife’ye değil Ebu Yusuf’a uyulması tavsiye edilmiştir. Bu ayrılıklar sadece şii sünni ekolleri arasında değil bizatihi her iki ekolün kendi içinde dahi körüklenmiştir. İş öyle bir hal almıştır ki şafi görünen bir alim(!) Ebu Hanife’yi zındıklıkla suçlayabilmiştir.

Tüm bu ayrılıklar hep ihtilaflı konuların gündeme getirilerek yalan ve iftiralarla süslenip halka sunulmasından kaynaklanmış ve cehalete mahkum bırakılmış halk, birbileriyle uğraşmaktan varlıklarını yağmalayan süfyanilerle uğraşmaya vakit bulamamıştır. Yine okuduğumuz bir kitapta bir ehl-i beyt alimi Pakistan’da yaptığı bir tren yolculuğunda aynı kompartmanda bulunan sünni görünen bir kişinin, yanındaki gençlere şiilerin namazda selam verdikten sonra ellerini üç kere sallayarak üç halifeye lanet ettiklerini anlattığını fark edince o gençlere “bu trende diğer kompartmanlarda da şii yolcular var. Herbiriniz gidip birine sorun ve bunun doğru olup olmadığını tetkik edin” dediğini belirtmiş, gidip bu işin aslını farklı kişilere sorarak öğrenip dönen gençlerin, kendilerine fitne veren şahsa kızdıklarını ve onu ayıpladıklarını vurgulamıştır.

Tarih boyunca bu fitneler hep böyle garezkar kişilerin eliyle yayılmıştır. Ehl-i beyt ahlakına uymayan hadislerle, var olan halkla iyi geçinmelerini ve diğer fırkalardaki kardeşlerini müslüman olarak görmelerini emreden, onlarla ilişki kurmalarını, hastalarını ziyarete gitmelerini, cemaatlerine katılmalarını, onlara şefkatle davranmalarını öğütleyen hadislere rağmen bunları görmezden gelerek, işi gücü ümmetin kalan kısmını tekfir etmek olan şii(!) görünümlü münafıkların ve şiayı bidat ehli diye anlatan, yahudileri dahi onlardan daha ehven bilen saray mollası sünnilerin(!) tüm çabası, ümmetin gücünün bölünmesi ve nemalandıkları zalimlerin iktidarlarının devamının sağlanmasıdır.

İşte İslam İnkılabı zalimlerin ve süfyanilerin, bel’amlar vasıtasıyla kullandıkları “mezhep” silahını da ellerinden almış, ilk gerçekleştiği andan itibaren vahdete vurgu yaparak ümmetin birliğini savunmuş, anayasasında diğer mezheplerin de saygınlığını korumuş, onlara da haklarını vermiş, o mezhep mensuplarını da caferi müslümanlarla eşit tutarak İslam kardeşliğinin yeniden tesisine yönelik adımlar atmıştır. Ehl-i sünnet ekolünün mensuplarına kendi fıkıhlarına göre yargılanma hakkı veren, kendi fıkıhlarını öğrenebilmeleri için medrese açmalarına müsade eden, camilerinin varlığından rahatsızlık duymayan İslam İnkılabı, bu ekole mensup müslümanların yaşadığı yerlerde ki sokak adlarını bile onların kendi arzularına göre belirlemekten ve mesela Hz. Ömer ismini takmaktan da çekinmemiştir.

Yıllar boyu zulümle inleyen sünni Filistin halkını, mezhebine bakmadan sahiplenen ve İsrail ile bütün ilişkilerini kesip, onu gasıp rejim olarak nitelendiren İslam İnkılabı, Filistin direnişinin oluşmasına ve bugünkü noktaya gelmesine en büyük katkıyı sunmuştur. Tüm dünyanın gözü önünde Bosna’da işlenen katliama sessiz kalmayan İslam İnkılabı, oradaki müslümanların mezheplerini de sorgulamadan devrim muhafızlarından müteşekkil bir birlikle yardıma koşmuş ve o topraklarda onlarca şehid verip müslümanların canlarını ve namuslarını koruma görevini ifa etmiştir. Yanı başındaki Afganistan işgaline ve Çeçenistan’daki savaşa da yardım etmesine rağmen buradaki hareketlerin, nifaki oluşumların etkisinde kalmasından dolayı bu yardımlar yeterince olumlu sonuç vermemiştir.

İslam İnkılabının bu çabası gerek içte ve gerek dışta zalimleri ve onların uşakları olan münafıkları rahatsız etmiş, daha önceleri şii(!) olan Şah’ın mezhebini dert etmeyen sünni(!) münafıklar, İslam İnkılabının mezhebini gündeme getirmeye başlamış, Şah’ın karısının ellerini öperken iki büklüm olan saray mollası şii(!) münafıkların talebeleri de İmam’a (r.a.) ve İslam İnkılabına karşı tavır almışlardır. Bugün de bu her iki güruh olanca güçleri ve zalimlerden aldıkları destekle, İnkılabın hedefine ulaşmasını engellemeye ve mezhebi noktadan onu vurmaya çalışmaktadır. Bu iki kesimin ortak noktası dostlarının ve düşmanlarının aynı olmasıdır. Alabildiğine mezhebi olarak birbilerinden nefret eden bu kesimlerin ortak düşmanı İran İslam İnkılabı ve dostları da siyonistlerdir. Bunların ağızlarından siyonizme ve büyük şeytana yönelik tek bir söz çıkmaması, siyonizmi tehlike olarak görmemeleri kimlere hizmet ettiklerinin de belirtisidir.

İmam Humeyni’nin (r.a.) deyimiyle siyonizmin içimizdeki elleri olan bu mezhep kışkırtıcıları, vahdeti anlamamak ve baltalamak için var güçleri ile uğraşırken zalimler birleşmekte ve tüm yeryüzü mazlumlarının haklarını gaspetmektedirler. Bu yüzden İmam Hamaney’in vahdeti farz olarak görmesi ve müslümanlara birlik çağrısı yapması önemlidir. İmam geçmişteki ihtilaflı konuların sürekli gündemde tutulmasının küfrün işine yarayacağını, vahdeti baltalamak isteyenlerin büyük şeytanın ve siyonizmin uşağı olduklarını defaatle belirtmiş, kendisine bağlı olanlara öncelikli hedef olarak İslam birliğini kurmayı göstermiştir.

Yeryüzünün bütün mazlumlarını dinlerine dahi bakmaksızın sahiplenen İslam İnkılabının takipçileri olan bizler, İmam’ın çağrısına lebbeyk demeli, kendi aramızdaki ihtilaflardan uzak durup, ortak düşmana karşı kinimizi bilemeliyiz. İmam’ı kendimize uydurmaya çalışıp, sözlerini tahrif etmekten uzaklaşmalı ve bütün varlığımızı O’nun yoluna adayıp O’na uymalıyız. Aksi takdirde süfyanilerin şiileri ve sünnileri olmaktan kendimizi kurtaramayız.

1- https://www.siyasetmektebi.com/siyonizmin-asabiyeti.html

siyasetmektebi.com

Etiketler

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

 
Başa dön tuşu
Kapalı