MEKKE NERE?.. MEDİNE NERE?..

İslam ümmeti için apayrı öneme haiz olan bu iki şehrin ve sistemin, İslamın ilk yıllarındaki ve özellikle hicretten sonraki ahvalini irdeleyip, bugün aynı konum ve öneme sahip sistem ve ülkeler ile özdeşleştireceğimiz bu yazımızda amacımız, ümmet olarak hangi şehrin şartları altında yaşadığımızı belirleyip, hangi şehre fikren hicret etmemiz gerektiğini ortaya koymaktır. Çünkü küfrün ve “süfyani” mantığın hükmü altında yaşadığını farketmeyenlerin, imanın ve ihlasın sistemleştiği komşularına düşman edilmesi ne yazık ki günümüzde zalimlerce çok fazla başvurulan bir yöntem haline gelmiştir. Problemin farkına varmayanların, problemin müsebbibleri tarafından sömürüldüğü bugünlerde İslam tarihinin bizlere sunduğu siyasi bilinci ve mücadele metodunu öğrenmek, bizlerin yaşadığımız coğrafyaları Medine’ye çevirmemize katkı sunacaktır diye düşünmekteyiz.
Bizim bu düşüncemizle aynı fikre sahip olan “süfyani” sistemler, ürettikleri suya sabuna dokunmayan ve sistemin ömrünü uzatmayı kendilerine ilke edinen küçüklü büyüklü bel’amlarla İslam tarihini hikaye ve masallara ve eskilerin hayatlarının sadece bir bölümünün anlatıldığı efsanelere dönüştürerek, toplum üzerinde oluşabilecek olası etkilerini gidermeye, insanların geçmişten ibret alıp bugünü şekillendirme arzusuna kapılmalarını önlemeye çalışmaktadırlar. Artık yerli siyonistlerin ellerinde olduğu ayan beyan ortada olan tv kanallarına vb. medya platformlarına katılan masalcı bel’amlar, anlattıkları hikayelerde ne Resulullah’ın (s.a.a.) gerçek mücadelesinden, ne de hangi kanunlarla ümmeti idare ettiğinden ve bu kanunların her çağda uygulanması gerektiğinden bahsetmeyerek, insanların bilinçaltına ilahi kanunların artık gereksizliğini yerleştirmektedirler.
Bu tipler ne hikmetse Mekke dönemindeki çileli mücadele yönteminden ve bu yönteme bağlı kalarak herşeylerini feda edenlerin hak yolundaki ısrarlı tavırlarından, kimlere ve hangi amaçla karşı çıktıklarından bahsetmemekte, mücadele edilenin sistemler değilde şahıslar olduğu izlenimini vermekte, bu şahısların yaşantıları ile bugünkü idarecilerin yaşantılarını karşılaştırmamaktadırlar. Bu da yetmezmiş gibi Medine döneminden daha çok bahsederek, o çileli mücadele dönemlerini görmezden gelmeye, sanki İslam Medine’de kendiliğinden devletleşmiş gibi bir izlenim bırakmaya çalışmaktadırlar. Bunların hikayelerinden etkilenen ve ilahi hükümlerle sadece söyledikleri ilahiler kadar ilgileri bulunan nice sanatçılar(!) habire Medine’ye olan özlemden dem vurmakta ama Medine’nin değer kazanmasına neden olan Resulullah’ın (s.a.a.) Mekke’deki tutumuna dair tek bir kelime etmemektedirler. Bazen Resulullah’ın (s.a.a.) çektiği çileleri anlatacak olsa bu bel’amlar, bu çilelerin nedeni olan mücadelenin sadece o döneme ait olduğu izlenimini vererek bugünkü idarecilerin neden Resulullah (s.a.a.) gibi yaşamadıklarını ve yeryüzü küfrüne karşı aynı mücadeleleri vermediklerini anlatmamaya ve gizlemeye itina göstermektedirler.
İşte böyle “hakkı batılla karıştırıp, hakkı gizleme”(Bakara 42) çabalarının ayyuka çıktığı toplumumuzda, İslam tarihinin tüm boyutlarıyla halka sunulması ve halkın önder kabul ettiklerini Resulullah (s.a.a.) ve ehl-i beyt’le(a.s.) karşılaştırması sağlanmalıdır ki birbirine karışmış hakla batıl birbirinden ayrılsın ve “süfyani sistemlerin” başındaki “ağzı iyi laf yapan” münafıkların maskeleri düşsün. Bu amaçla Mekke ve Medine şehir ve sistemlerinin karşılaştırmasını yapmaya ve bu şehirlerin bugünkü sistemlerle eşleştirilmesine başlıyoruz.
İki şehir…İki komşu sistem…Biri batıl cephesinin merkezi, kalbi, öncü kuvveti, kışkırtıcısı, savaş tellalı, diğeri hakkın yegane temsilcisi, hak aşıklarının sığınağı, yeryüzünde ilahi hükümlerin uygulayıcısı, mustazafların ve mazlumların koruyucusu, insaniyetin neşv-u nema bulduğu mekan…Biri mele, mütref, mütekebbir zorbaların yaşam alanı, diğeri ashab-ı suffenin, üç gün aç kalan peygamberin (s.a.a.), iftarlıklarını fakirlere verdikleri için aç yatıp haklarında sure nazil olan ehl-i beytin (a.s.) nurunun parıldadığı vatan…
İki şehir…Biri kız çocuklarının diri diri gömüldüğü, fuhşun, faizin,zulmün, gaspın, katlin, rüşvetin sistem tarafından desteklendiği, zenginin fakiri ezdiği, güç sahiplerinin mazlumları sömürdüğü, dinin ticaretinin yapıldığı, üretilen putlara halkın iman etmesinin sağlandığı, insanların bedenen ve zihnen köleleştirildiği, hakka düşmanlığın sistemi savunma adına meşrulaştırıldığı, farklı fikirlere tahammülün olmadığı, işkencenin her türünün sistemin önde gelenleri tarafından uygulandığı, zalimlerle işbirliğinin yapıldığı, küresel güçlere dünyalıklarını koruma adına boyun eğerek zilletin kabullenildiği, can güvenliğinin olmadığı, en azgınların, zalimlerin,cahillerin işbaşına getirildiği, heva ve heveslerin kanunlaştırıldığı, bilgisizliğin sistemi ayakta tutmanın tek yolu sayıldığı, asabiyet alevinin her daim canlı tutulduğu, komşu şehirlere kin güdüldüğü, Ebu Sufyan’ların, Ebu Cehil’lerin, elleri kuruyasıca Ebu Leheb’lerin hüküm sürdüğü şeytanın ve karanlığın yurdu olan Mekke…
Diğeri herkesin kardeşliğinin ilan edildiği, ırkın, dilin önemli olmadığı ve hatta farklı dinde dahi olsalar toplumda fesad çıkarmadıkları sürece insanların barış ve huzur içinde yaşadığı, her türlü fuhşiyatın, zulmün, kötülüğünün yasaklandığı, güçleri yettiği ölçüde mazlumlara kol kanat gerenlerin bulunduğu, paylaşımın esas, yardımlaşmanın ilke olduğu, ilahi kanunların hükmettiği, insanların cinsiyetinden dolayı değil insan oluşlarından dolayı değer kazandığı, fedakarlığın, cömertliğin, diğergamlığın teşvik edildiği, cehaletin tüm yönleriyle yerildiği, ilmin ön plana çıkartıldığı, komşu haklarına ve anlaşmalara saygının esas olduğu, hakkın hakimiyeti uğruna dünyadan geçen aşk ehlinin, ashabı ile birlikte aynı hayatı yaşayan Resulullah’ın (s.a.a.) ve ehl-i beyt’inin (a.s.), özgürleştirilmiş kölelerin, liyakatin, tebliğin, nurun zuhur ettiği vatan Medine…
Geçmişin Mekke ve Medine’si bu özellikleri barındırırken, “süfyani sistemlerin” ve iktidarlarının temsil ettiği bugünün Mekke’si konumunda olan devletlerde batılın hüküm sürdüğünü, her türlü fuhşiyatın devlet eliyle gerçekleştirildiğini, faizin, gaspın, rüşvetin meşrulaştırıldığını, iktidar sahiplerinin beytülmale el uzatmaktan imtina etmediğini, gençlerin kız erkek demeden maneviyatlarının ellerinden alınarak yaşayan ölülere dönüştürüldüğünü, inancın iktidarın kaynağı değil onu elde tutmanın yegane yolu olduğunu, zenginin daha çok zenginleştiğini, fakire verilenin dahi minnete vesile kılındığını, güç sahiplerinin kuralları kendi lehlerine olacak şekilde istedikleri gibi değiştirdikleri, batılla ve siyonist zalimlerle işbirliğine gidildiğini, o zalimlerin planlarının gereği olarak İslam ülkelerine savaş açıldığını, savaşın kışkırtıldığı ve savaşacak zalimlerin öncü kuvveti olma hevesinin ayyuka çıktığını,komşu ülkeler aleyhine büyük şeytanla anlaşmalar yaparak tuzaklar kurulduğunu, halka aslan kesilen “süfyanilerin” küresel güçlere kul köle olduklarını, insanların değişik yollarla boyunlarına görünmez prangalar takılarak medeni kölelere dönüştürüldüklerini, iktidar sahiplerinin ilahlıklarını iddia edecek kadar küstahlaştığını, ilahi kanunlarla ve Allah’ın (c.c.) ayetleriyle alenen alay edildiğini, suçlunun güçlü suçsuzun zayıf bırakıldığını, insanların dinden imandan bihaber bırakılarak cahilleştirildiklerini ve bu cehalet üzerinden saltanatların korunduğunu, gelecek kaygısı çekecek hale gelen halkın umutlarını yitirdiğini, denize düştüğünü sanıp yılana sarıldıklarını, müşahade etmekteyiz.
Bu Mekke’lerin hemen yanıbaşında bulunan Medine’nin Resulullah’ın (s.a.a.) torunlarının öncülüğünde hakka kucak açtığını, hakkı hakim kıldığını, tüm yeryüzü mazlumlarını din, dil, ırk gözetmeksizin sahiplendiğini, ulaşabildiği her yere karşılıksız olarak yardım eli uzattığını, bütün insanlığı kardeş olarak görüp tüm planlarını bu kardeşleri ayırmaya çalışan zalimlerin yıkılmasına göre yaptığını, lider kadronun halkın maddi olarak en düşük seviyede olanı gibi yaşamaktan gocunmadığını, fedakarlığın 35 yıl boyunca dayatılan savaş ve ambargolara rağmen had safada olduğunu, ilmin en temiz halinin işlev kazandığını, insani kemallerin ortaya çıkacakları ortamın hazırlandığını, bütün komşu halkların manen ve maddeten refah seviyelerinin yükseltilmesi için gayret sarfedildiğini ve komşu haklarına ve anlaşmalara sadık kalındığını, zalimlerin karşısında dimdik ayakta durulduğunu, mazlumlara karşı şefkatli olunduğunu da ayrıca gözlemlemekteyiz.
Günümüzün Mekke’lerinin iktidarlarını ellerinde bulunduran “süfyaniler”, büyük şeytanın desteği ile Medine’ye yönelik her türlü komplonun merkezi olarak görev yapmakta, siyonizmin kalesini korumak için topraklarında büyük şeytanın ve siyonistlerin üslerini barındırmaktan, yerleştirilen füzelerle öncü kuvvet konumunda bulunmaktan rahatsızlık duymamaktadırlar. Bu “süfyaniler” ataları gibi iman etmedikleri halde, “ya Allah bismillah” nidaları ile inlettikleri meydanlarda, kendilerini ilah ilan etmekten, Allah’ın (c.c.) vasıflarını kendilerine atfetmekten de geri durmamaktadırlar. Ebu Sufyan bile Mekke’nin fethinden sonra münafıklığa başlamışken bu “süfyaniler”, olası bir fikri fethin önüne geçmek için, dini ve insanların ona olan meylini ellerine aldıkları bir oyun hamuru gibi şekillendirip, Allah’ın (c.c.) boyasından farklı bir boya ile boyayarak kendi iktidarlarını güvence altına aldıkları gibi, hakkın batıl ile olan savaşında halkın safları karıştırmasını da sağlayarak zalimleri kurtarıcı mazlumları ise düşman olarak tanımalarına neden olmaktadırlar.
Direniş cephesinin temsil ettiği Medine’nin, her yönden kuşatılması için ellerinden gelen çabayı gösteren bu “süfyanilerin”, geçmişlerinden farkı bukalemun gibi her dönem renk değiştirmeleri ve nifaklarını daha iyi gizlemeleridir. Dost göründükleri ülkelere yönelik bir anda saldırı üssüne dönüşebilen bu Mekke’ler ve “süfyani” liderleri, bu saldırıları mazlumların haklarını korumak için yaptıklarını iddia edebilecek kadar yüzsüzleşip, direniş cephesinin tek hedefi olan siyonist rejime “one minute” diyerek milletin algıları ile oynadıktan sonra, siyonist rejimin ömrünün uzamasının garantisi haline gelebilmektedirler. Hayber’in sahiplerinden aldıkları üstün cesaret madalyasının hakkını oynadıkları oyunlarla ve müslüman halklara siyonist rejimi kabullendirmede gösterdikleri başarı ile hak ettiklerini defaatle ispatlayan bu Mekke’lerin “süfyanileri”, tıpkı geçmişteki selefleri gibi Medine İslam Devleti’ne karşı bütün düşmanları ile ittifak etmekte, düşmanlarını bir araya getirerek İslam Devleti’ni ortadan kaldırmaya çalışmakta, geçmişte aldıkları derslerle bunu saman altından yürütmeye çalıştıkları suyla yapmaktadırlar.
Bugün İran İslam İnkılabının somutlaştırdığı Medine’nin ne yazık ki Mekke’lerle çevrelendiği bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Ebu Sufyan’ın Ebu Cehil’in Ebu Leheb’in soylarının idare ettikleri Mekke sisteminin yansımaları, Resulullah’ın(s.a.a.) soyunun yönettiği Medine’ye düşmanlıkta sınır tanımamakta türlü nifak ve oyunlarla halklarını bu Medine’den uzak tutmaya, zalimlerin saldırılarında öncü kuvvet olmaya çalışmaktadırlar. Ama tarih bize şunu da öğretmiştir ki Mekke Medine tarafından fethedilmiştir. Mekke’nin bütün nifağına, zulmüne ve kendini güçlü gösterme çabalarına rağmen Medine O’nu kansız bir şekilde fethetmiştir.
Biliyoruz ki tarih tekerrür etmektedir. Bu yüzden içinde yaşamak zorunda kaldığımız Mekke’den fiilen olmasa da zihnen, fikren, amelen Medine’ye hicret etmemiz ve hakkın safına geçmemiz gerekmektedir. Aksi takdirde “fetihten önce savaşanlardan derece olarak aşağıda olmamız” (Hud 10) kaçınılmazdır. Ebu Sufyan’ların peşinden giderek “süfyani sistemleri” yurt edinenlerin ise akıbeti “Allah, bir fetih veya katından bir emir getirdiğinde, onların, nefislerinde gizli tuttuklarından dolayı pişman olmalarıdır.”(Maide 52)
siyasetmektebi.com