MECBURİYET…

Elli sayfalık kısa bir öykü “Mecburiyet”. Yazarı muhtemelen siyonist olmayan bir Alman Yahudisi olan Stefan ZWEIG. Muhtemelen siyonist değil diyoruz çünkü analizimizin son bölümünde yazardan ve psikolojisinden bahsettiğimizde ne demek istediğimizi anlayacaksınız. Zaten kitabın ismi dahi yazarın içinde bulunduğu psikolojik sıkıntıları anlatmak için yeterli. Uzun olmadığı için çabucak okunabilecek bir öykü “Mecburiyet”. Okunması gerekir mi diye sorarsanız çevrenizde muhatap olduğunuz birçoklarının psikolojisini çözmek için yardımcı olabilecek bir yapısı var. Zaten bu analizi yapma nedenimiz de bu. Ayrıca bizim açımızdan okunurluğa da sahip. Ne yazık ki birçok roman veya öykü içlerinde barındırdıkları güzel tespitlere rağmen, yazarlarının bilinçli veya bilinçsiz ve belki de özgürlüğü, insanlığı “istediğini yapabilme hürriyeti” olarak algılamalarından dolayı, analiz yapılamayacak öğeler taşımaktadır.
Bu yazarlar muhatap oldukları diktatörlere, tiranlara karşı mücadele edip kitaplarında onları çok güzel tasvir etseler bile ve bunları okuduğumuzda “Hah tamam işte bu! Bizimkinden bahsediyor adeta” duygusuna kapılsak da az önce bahsettiğimiz gibi bu yazarların kısıtlanmış özgürlükten anladıkları ile bizim elde etmeye çalıştığımız özgürlük, özellikle de ahlaki temellerde farklı olduğu için, kitapları analiz edilme değerini ne yazık ki kaybetmektedir.
Neyse lafı fazla uzatmadan “Mecburiyet”in analizine başlayalım. Öykü 2. Dünya Savaşı sırasında Almanya’dan ayrılıp İsviçre’ye yerleşen Ferdinand ve karısının, Alman hükümetinin Ferdinand’ı askere çağırmasıyla yaşadıkları tartışma ve çatışmayı konu alıyor. Ferdinand, öncesinde özgürlükçü olan ve huzuru arayan biri. Fakat askere çağırma mektubu eline ulaştığı anda Ferdinand’ın bütün önceki söylemleri ve tavrı tamamen değişiyor. Bir anda askere gitmesi gerektiği fikrine kapılıyor ve karısıyla bu yüzden tartışmaya başlıyor.
Öykü kısa olduğu için bu tartışmanın ana fikri daha ilk sayfalarda kendini belli ediyor. O da “mecburiyet”in karşı konulmaz dayatması. Mektup geldiğinde karısı Ferdinand’a tabiri caizse “boşver gitsin” diyor ama Ferdinand ilginç bir şekilde “Ben gitmek istemiyorum ki. Fakat onlar istiyor. Ve onlar güçlü, ben ise güçsüzüm” diyor. Karısının bütün ikna çabalarına hep bu türden cevaplar veriyor. Hatta bir yerde ikna için söylenen sözleri kastederek “Biliyorum hepsini biliyorum” diyor. Bir başka yerde daha önce özgürlük ile ilgili söylediklerini “karanlık ormanda korkan çocukların korktukları için şarkı söylemeleri gibi büyük laflar ettim. Hepsi yalandı. Çağırdıklarında gideceğimi biliyordum” diyerek red ediyor.
Daha sonra biraz toparlanır gibi oluyor ve konsolosluğa askere gitmeyi düşünmediğini beyan edeceğini kendine telkin ederek gidiyor. Ama oradaki görevliyle ilk karşılaşmasında onun gücüne boyun eğerek “Celp emri yeterli mi? Pasaportumu da almalı mıyım?” diyerek istemsizce(!) boyun eğiyor. Ve karısının bütün engelleme çabalarına ve hatta tren garında çantasından tutup çekiştirmesine rağmen çantasını orada bırakıp trene binip sınıra gidiyor. Burada ilginç bir şey oluyor ve sınırdan savaşta yaralanan ve ölen askerleri taşıyan trenlerin girdiğini görüp, o askerlerin durumundan etkilenerek(!) “Bunu mu yapacağım?” diye düşünüp son anda kararından vazgeçiyor. Ve öykü böylece bitiyor.
Bu öykü aslında bugünümüzle ilgili bize birçok şey anlatmaktadır. Muhatap olduklarımızın psikolojisine ışık tutmaktadır. “Neden böyle yapıyorlar?” veya “Niye suskun kalıyorlar?” sorularımızın cevabını bu öykü de bulabilmekteyiz. Daha doğrusu bildiklerimizin sağlamasını yapmamıza imkan vermektedir bu öykü. Çevremizde bu öykünün kahramanı gibi o kadar çok insanla muhatap olmaktayız ki, bunlara bakınca öfkelenmeden durabilmek mümkün değildir. Bu tiplere hak ile batıl arasındaki mücadeleyi, yapılan zulümleri, zalimleri hem de inandıklarını beyan ettikleri kitaptan, takip ettiklerini iddia ettikleri peygamberlerden a.s. örneklerle anlattığımız halde sanki bizi hiç duymamış gibi davranıp, yine kendilerini ateşe çağıran önderlerinin peşinden gitmeye devam etmektedirler.
İşin ilginç yanı bunlara eski sözlerini, yaşantılarını hatırlattığımızda da aynı öykünün kahramanı gibi tepki verip “Biliyoruz” demekte ama sonrasında yine bildikleri halde ne fikirlerini ne de tavırlarını değiştirmemektedirler. Çünkü bunlar da öykünün kahramanı gibi aslında güce tapmaktadırlar. Güç. bunların hem korktuğu hem de taptıkları bir kavram haline gelmektedir. İstemeseler de o güce boyun eğmeleri gerektiğine inanmakta, onunla mücadele edemeyeceklerini düşünüp ilginç bir çaresizlik yaşamaktadırlar.
Fakat bunların boyun eğdikleri güç ellerinde olmayan güçten başkası değildir. Eğer gücü ellerine geçirirlerse, ona olan aşklarından dolayı, onu koruyabilmek adına ellerinden geleni ardlarına koymaz, hiçbir değerin kendilerini bu güçten ayırmasına müsaade etmezler. Zamanında uğradıkları zulmün bin bir katını bugün uygulamaktan imtina etmezler. Önceki mazlumiyetlerini(!) bugünkü zulümlerinin temeli sayar, o mazlumiyet sırasında temsil ettiklerini düşündükleri bütün değerleri bugün zulümlerini pekiştirmek, gücü ellerinden bırakmamak için kullanırlar. Yani anlayacağınız güç eğer bunların ellerinde değilse boyun eğerler, ellerine geçerse zulmederler. Bu yüzden aslında hiçbir zaman mazlum olmazlar.
Çaresizlikleri de hep bir öcü ile pekiştirilir “o olmazsa bunlar gelir” tekerlemesine bile isteye kurban olurlar. İktidarda olduklarında “mecburen” zulmedenlere, “mecburen” itaat edilmesi gerektiği “dna”larına işlenmiştir bunların. Saraylar bir “mecburiyetin” simgesi olarak meşrudur bunlar için. Zaten saraydakilerine de “mecburiyetten” itaat ederler. Çünkü o saraya çıkma gücüne hiç sahip olamamışlardır. Yüreklerinde yatan zalim, gerçek dünyadakine bakarak tatmin eder kendini. Özdeşleşir onunla ve orada olsa kendisi de aynını yapacağını, bunun bir “mecburiyet” olduğunu düşünür. Ve sizi de bu “mecburiyetin” kölesi kılmak ister. Çünkü güç ve çokluk mutlak itaatin yegane şartıdır. Bunu tek bir ilaha inandıklarını ve o ilahın “yeryüzünde dolaşanların çoğunluğuna uyarsan seni yoldan saptırırlar” dediğini bilerek savunurlar.
Ta ki öykünün kahramanının yaralı ve ölü askerleri gördüğünde “buna sebebiyet vermekten” kaçınıp(!) çark etmesi gibi. Oysa bu öykünün kahramanı da, hayatta karşılaştığımız diğer “mecburlar” da kendilerinin zarar görme ihtimalinden kaçarlar her zaman. Yani öykü kahramanı asil bir karar vermemiştir yine. Aksine yine korkmuştur. Çünkü bu sefer yaşama isteğinin gücü onu kuşatmıştır. O halde şunu söylemek mümkündür; bu tipler güce olan aşklarından dolayı zulmün safına geçseler de o zulme karşı ciddi bir direniş gördüklerinde ve zulmün yıkılış sesini işittiklerinde hemen kararlarından dönüp “erdemli” insanlar gibi zulme karşı durabilir, en azından ne zalimle ne de mazlumla bir olmayıp kimin kazanacağını izlemeye başlayabilirler.
Ve işte o zaman sizden daha fazla savunduklarınızı savunmaya ve hatta sizi, savunduğunuz değerleri doğru dürüst savunmamakla suçlamaya başlarlar. Ama bunlar “suyun üstündeki köpük” olmaktan hayatları boyunca kurtulamazlar. Sudan bir parça gibi görünseler de suya ait değillerdir ve yok olmaya mahkumdurlar.
Gelelim yazarın siyonist olmadığı ile ilgili tezimize. Yazarın hayat hikayesine baktığımızda Almanya’dan İngiltere’ye, oradan da Brezilya’ya Nazilerden kaçtığını görüyoruz. Ve bu yazar içine düştüğü umutsuzlukla, Nazilerin üstün geleceğini düşünerek ve Avrupa’nın onlara teslim olduğu zannına kapılarak 1942 yılında eşiyle birlikte intihar edip hayatına son vermiştir. Aslında bu ruh hali de bizim sürekli olarak ele aldığımız ruh halidir. Çaresizlik hissiyatı ile yenilgiyi kabul etmenin sonucunu bu yazar bize çok güzel izah etmiştir intiharıyla. Oysa 3 sene daha sabretse zanlarının boşa çıkacağını görecektir ama “mecburiyet” ona pençesini geçirmiştir bir kere.
Böyleleri de çoktur çevremizde ve hem kendileri vazgeçmiştir mücadeleden hem de bizleri vazgeçirmeye, umutsuzluk girdabına sürüklemeye ve çaresizlik şarabından kana kana içirip sarhoş etmeye çalışırlar. Habire korkar ve korkuturlar. Ne rızık vereni ne de eceli elinde bulunduranı hesaba katmaz, zalimlerin gücüne boyun eğerler. Uzak durmak gerekir bunlardan. İnsan olabilmek, insan kalabilmek adına uzak durmak gerekir. Aksi takdirde kararır dünya ve intihar tek çıkış yolu olarak göz kırpar ruhunuza.
İşte bu bahsettiğimiz sondan dolayı da yazar siyonist değildir demekteyiz. Çünkü karanlığı yayan siyonistler, o karanlığın yapay olduğunu söylemedikleri her dinden, her ırktan insanın düşmanıdırlar ve onların katilleridirler. Bu yazar da onların kurbanlarından biridir işte….
siyasetmektebi.com