KORUNAN ZİKİR…

Var oluşu gereği tarihin başlangıcından beri batılla savaş halinde olan ve bu mücadelesinde sürekli olarak mazlum konumunda bulunan ve gücünü bu mazlumiyetten alan hak cephesi, tarihin şahit olduğu üzere hiç bir devirde meydandan kaçmadığı gibi, yengi ve yenilgi kavramlarının manalarını değiştirircesine aldığı dünyevi darbelerden sonra yerleştiği gönüllerde, daha güçlü olarak yeşermeyi başarmış ve maddi alemde de zaferlerin sahibi olmuştur. Hak cephesinin karşısında inatla durup onu türlü yollarla yok etme sevdasına düşmüş batılın önderleri, bir bir bu dünyadan aşağılanmışlar olarak göç edip ortadan kalkarken ve adları, sanları ya tamamen unutulmuşken ya da nefretle anılırken, hak cephesinin salih önderleri binlerce yıl sonra bile şerefin, izzetin ve onurun temsilcileri olarak yüreklerde ve dillerde saltanat sahibi olmuşlardır.
Kendilerine şeytanı yol gösterici olarak kabullenen zalimlerin türlü renk ve isimdeki sarayları zamana direnemeyip yıkılmış, yok olmuş ya da artık aleme ibret olsun diye müze olarak kullanılan tarihi kalıntılar haline gelmişken, Allah’ın (c.c.) sevgili kullarının ne adlarının ne de mücadelelerinin unutulmaması, mezarlarının dahi insanlığa nur saçan mekanlar haline gelmiş olması, hak ve hakikat aşıklarının ilelebet önderleri olarak kalmaları ve sürekli olarak hayırla yad edilmeleri bizlere göstermektedir ki hak cephesi hem madden hem de manen ilahi koruma altındadır ve bu koruma maddi zaferlerin yanısıra manevi zaferlerin elde edilmesine ve tekamül sürecinde insanlığa yol gösterecek olan “hakkın” batılla karışmadan saf ve duru olarak insanlığa sunulmasına neden olmaktadır.
Nitekim Allah (c.c.) Kur’an’da “hiç şüphesiz, zikri (Kur’an’ı) biz indirdik biz; onun koruyucuları da gerçekten biziz” (Hicr 9) buyurarak, hakkın yolunu izah eden hakikat kitabının, bizatihi kendi koruması altında bulunduğunu belirtmiş, böylece de hiçbir şekilde batılın bu ilahi sözlere müdahalede bulunamayacağını da ilan etmiştir. Bu ilahi koruma, yüzlerce yıllık süreçte kendini o kadar çok belli etmiştir ki, hak cephesini bir kaşık su da boğmaktan zevk alacak batılın önderlerinden hiçbirisi Kur’an’a dokunamamış, bir tek harfini dahi değiştirmeye güç yetirememiştir. Bu yüzdendir ki zahirini değiştiremedikleri Kur’an’ın manası üzerinde tahrifat meydana getirmeye çalışmışlar, insanları Kur’an’dan ve Kur’an’ın ayrılmaz yareni ve konuşan hali olan Ehl-i Beyt’ten uzaklaştırma gayretine düşmüşlerdir.
Her ne kadar bu çabalarında başarılı olmuş gibi görünseler de Allah (c.c.) ilahi vaadi gereği, Kur’an’ın mücessem hali olan şecere-i tayyibe’yi tıpkı Kur’an’ı koruduğu gibi korumuş ve yeryüzünden silinmesi bir yana, yeryüzünün derinliklerine nüfuz eden bir hakikat haline gelmesini ve verdiği meyvelerle hakka aşık olanların manevi açlıklarını gidermesini sağlamıştır. Zulmü sistemleştirmiş olan nifağın savunucuları, ürettikleri yapay fikirlerle halkların ruhlarını beslemeye çalışıp, onları düzensiz ve sağlıksız beslendiklerinden dolayı türlü hastalıklara düçar olan zavallılara çevirmeye uğraşsalar da, tabip olan ehl-i beytin sunduğu iman hakikatlerinin etkisi artık bu hastalıkların ortadan kalkmasına neden olmuş ve akılların,ruhların ve vicdanların, temiz ağacın meyvelerinden beslenerek sağlıklarına kavuşmalarını sağlamıştır. Ellerindeki boyalarla geceyi pembeye boyayarak insanlara sunanların maskeleri, nurları ile geceyi yakanların karşısında düşmüş ve halklar Allah’ın (c.c.) boyasıyla boyanmanın (Bakara 138) değerini anlamışlardır.
Kimi zaman Resulullah’ın (s.a.a.) değerini yok etmeye çalışarak veya bütün İslami şiarları bir anda ortadan kaldırarak, kimi zaman yalan hadisler uydurarak, kimi zaman Kur’an bize yeter diyerek, insanları tahrif edemedikleri Kur’an’ın hakikat kardeşi olan ehl-i beyt’ten uzaklaştırmaya uğraşan ve bu sayede de Kur’an’ın zalimlerin elinde mızraklara takılan uyuşturucu haline gelmesine çalışan münafıkların bu çabaları beyhudedir. Zira Kur’an’ı koruyacağını belirten Allah (c.c.), yürüyen ve konuşan Kur’an’ı da her türlü müdahaleden, düşmandan, kirden, necasetten korumaya muktedirdir ve korumuştur da. İslam ve insanlık tarihi, Allah’ın (c.c.) bu vaadini gerçekleştirdiğine ve Kur’an mektebi olan ehl-i beyt mektebinin bütün arı ve duruluğunu bu devre kadar koruduğuna şahit olmuştur. Çünkü Allah (c.c.) “biz, (vadettiğimizi) yaparız” (Enbiya 104) buyurmaktadır. Ve “Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır!” (Tevbe 111)
Kur’an’ı korumayı üzerine almış olan Allah (c.c.), Kur’an’ı şiar edinen ve O’nu uygulamak için kıyam edip başarıya ulaşanları da aynı koruma kalkanının içine almış, “Allah kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder” (Hac 40) buyurarak aslında Kur’an’ın yolundan ayrılmayanlara zaferi muştulamıştır. Çünkü “Allah’ın (c.c.) yardım ettiği kimseye üstün gelecek hiçbir güç yoktur” (Al-i İmran 160). Bunu bizatihi alemlere rahmet olarak gönderdiği Resulullah (s.a.a.) ile ispatlayan Allah (c.c.), tek başına bütün dünyadaki zulme ve küfre meydan okuyan Resulullah’ı (s.a.a.) küfre, zulme ve nifağa karşı zafere ulaştırmıştır. Bu ilahi vaad bazen dünyevi yenilgiler şeklinde tezahür etmiş ve Kur’an’ın sunduğu hakikatleri en saf ve duru haliyle temsil eden mektebin mazlumiyet zırhına bürünüp kalplerde yer etmesine ve uygun zaman ve zeminde neşv-u nema bulması için korunmasına neden olmuştur.
Yüreklerde ekilmiş olan bu tohum, 35 yıl önce İran İslam İnkılabı olarak meyvesini vermiş ve süreyya yıldızına hapsedilmiş Kur’an hakikatleri tekrar yeryüzüne inmiştir. Bugün İran İslam İnkılabı Kur’an’ın tezahürü olduğundan ve Kur’an ahkamının yeryüzünde tekrar yeşermesine neden olduğundan, indirdiği zikri korumayı vaad eden Allah’ın (c.c.) koruması altındadır. Allah (c.c.) verdiği söze sadık olduğunu günümüz müslümanlarına da göstermiş, yıllarca kendisine dayatılan savaşla uğraşmasına, kurulduğu ilk andan itibaren ambargo ile karşılaşmasına ve süper güç olan iki şerrin de hedefinde olmasına rağmen İslam İnkılabımız ayakta kalmayı başarmış ve bununla da yetinmeyerek Kur’an’ın nurunu ve hakikatlerini, oluşturduğu direniş cephesi ile yeryüzünün diğer mazlumlarına da ulaştırmıştır. Şuan idrak ettiğimiz zaman, bizlere bu hakikati daha iyi anlatmakta ve kurtuluş ipi olan direniş cephesine ve onun İmamına sarılan bütün hareketlerin zaferine bizler şahit olmaktayız. Küfür ve zulüm yol arkadaşları nifak ile beraber hangi cephede direniş cephesinin ve İslam inkılabının karşısına çıkmışlarsa büyük bir hezimete uğramışlar ve kinlerinden geberecek hale gelmişlerdir. Ki Suriye ve Irak’ı direniş cephesinden koparma telaşına düşmüş olan zalimler, Yemen’de hiç ummadıkları bir darbe daha alarak örümcek ağı olan yuvalarının, hak için halkın kıyama kalkmasıyla nasılda hemen yerle yeksan olduğunu ancak izlemek zorunda kalmışlardır.
Aslında tüm bu yaşadıklarımızda şaşılacak bir durum da yoktur. Zira İslam İnkılabının oluşum sürecine bakıldığında ve 35 yıllık tarihi incelendiğinde, İslam tarihinin ve Resulullah’ın (s.a.a.) siretinin incelendiği hissi bütün körelmemiş vicdanlarda oluşacaktır. İslam İnkılabı tarihi Resulullah’ın (s.a.a.) mücadelesinin özetidir, bugüne yansımasıdır. Tek başına “la” ile bir devrim başlatan Resulullah’ın (s.a.a.) metodunun, bugün yine aynı sonucu vereceğinin kanıtıdır. İslam İnkılabı, çilelerin, şehitlerin, savaşların, ambargoların ürünüdür. İslam İnkılabı Mekke dönemini yaşayanların, ulaştıkları Medinedir. İslam İnkılabı Şib-i Ebu Talibin, azimle ve dirençle güçlendirdiği imanın sonucudur. Bedir’i, Uhud’u, Hendek’i sağ salim aşıp Hayber’e yürüyenlerin eseridir İslam İnkılabı. Bu yüzden Allah’ın (c.c.) koruması altındadır, çünkü Allah’ın (c.c.) zikrinin maşukudur İslam İnkılabı.
Sözün özü şudur ki, zikri koruyan Allah (c.c.), o zikri vird edinmiş olan İslam İnkılabını da korumaktadır ve nihai zafere kadar da koruyacaktır. İslam inkılabı ile bağını güçlendirenler de zikrin nurani ve ilahi korumasından faydalanacak ve bu yol üzere oldukları sürece zafere ulaşacaklardır. Bunun aksine davranan ve İslam İnkılabına sırt çevirenler, ona düşman olanlar, onun düşmanlarına dost olanlar ise Allah’ın (c.c.) zikrine savaş açtıkları için yenilmeye mahkumdurlar. İslam tarihindeki sırayla gider isek önümüzde Hayber’in ve sonra da Mekke’nin fethi bulunmaktadır. Böyle bir zamanı idrak eden bizlerin dünyevi güçlere değil ilahi korumaya muhtaç olduğumuzu fark etmemiz zaruridir. Yoksa Allah’a (c.c.) savaş açanların akıbetine uğramamız kaçınılmazdır.
siyasetmektebi.com