HasbihalSon Yazılar

KÖRLER DİYARINDA GÖRMEK…

Yanlışın, inkarın, inadın ve cehaletin normalleştiği bir toplumda ister istemez dürüstlük, doğruluk, basiret ve ilim sahibi olmak anormal kabul edilir ve bu tip “anomali”ye(!) sahip olanların tedavi edilmesi veya ıslah olması için o toplum harekete geçer. Çünkü bizatihi çözümün kendisinin problem olduğu bir durumda problemi çözmeye çalışmak demek, var olanın varlığını sorgulamak demek olacağından bu durum, var olanın varlığına bağlanmış hayatlarında cehaletin o mutlu(!) ve mesut(!) çağlarını idrak edenleri rahatsız edecektir.

İçine düştükleri çukuru kendilerine yurt edinenlerin, o çukurdan başka bir yurdun varlığından bihaber olanların, sadece o çukurdaki besinlerle beslenip o çukurun içindeki alanda dolaşabilenlerin, hayata dair var olan bütün algıları bir çukurdan öteye geçemeyenlerin, velhasıl böyle bir çukurda sürekli olarak debelenip birbirleriyle didişirken alemi o çukurdan ibaret bilip bütün aleme nizam verebilecekleri zannına kapılanların, kendilerine başka dünyalardan bahsedenlere, başka diyarlardan gelip kendilerini oralara davet edenlere, ellerinden tutup da çukurdan çıkarmak isteyenlere karşı saldırganlaşmalarının nedeni de yukarıda bahsettiğimiz durumdur.

Böylelerinin başka bir dünyadan haberi olmadığı için ve kendilerine tüm yeryüzünün bulundukları alandan ibaret olduğu anlatıldığı için bunların farklı yaşamlara, türlere, düşüncelere tahammülü yoktur ve çoğu zaman da bunlar zaten bu yüzden farklılıklardan korkarlar. Yaşadıkları mevsimi tek mevsim, duyduklarını yegane hakikat bilir, hayatı tek renkten oluşan, tek boyutlu bir süreç olarak algılarlar. Bu algılarına uymayan, sığmayan ne varsa düşman olurlar veya düşman edilirler. Yeniliklere, yeni fikirlere, yeni bakış açılarına kapalıdır zihinleri. Sürekli olarak kendilerine dayatılan karanlığın müptelası oldukları için aydınlıktan da tırsarlar ve hatta aydınlığın ne olduğunu dahi bilemezler. Gözleri karanlıkla köreltildiği için “görmek”le değil “duymak”la işgörürler ve fikir(!) yürütürler.

İşte Mevlana r.a. , böyle bir toplumda görmenin tehlikesini Mesnevi’sinde şu hikaye ile anlatmış ve aslında bu satırları okuma zahmetine girişenlerin yaşamlarında karşılaştıkları en temel sorunun nedenlerinden birini de ortaya koymuştur. Buyrun derdimizin nedenini bir de Mevlan’dan r.a. dinleyelim; “Dere tepe, dağ ova dolaşmasını seven tek gözlü bir adam varmış. Yürür yürür gidermiş, gider gider yürürmüş. Bir gün uzaklarda renkleri karmakarışık bir köy görmüş; alacalı bulacalı garip bir köy. Yaklaşmış köye doğru. Yolları bir tuhaf, evleri bir tuhaf, insanları bir tuhafmış köyün…
Girince köyün içine, anlamış meseleyi. Körler köyüymüş burası. Kadınların, erkeklerin, çocukların, velhasıl herkesin sımsıkı kapalıymış gözleri…
Gezgin, karar vermiş burada yaşamaya: “Hiç değilse benim bir gözüm var!” diyormuş, “Körler ülkesinde şaşılar kral olur derler. Ben de bunların başına geçer, yaşarım!”
Körlerin gözleri yokmuş ama elleri, kulakları, burunları çok hassasmış. Kendilerine göre kurdukları düzen içinde yuvarlanıp gidiyorlarmış. Adam şaşkın, hallerine bakıyormuş onların. Yürümeleri, konuşmaları başka türlüymüş…
Bir gün körlerden biri öteki bir körün malını aşırmış. Sadece tek gözlü adam görmüş bunu. Bağırarak ilan etmiş: “Filanca malını çaldı filancanın!”
Körler: “Nereden biliyorsun? O kadar uzaktan duyulmaz ki!” demişler.
“Ben duymadım, gördüm. Gözüm var benim!” demiş bizimki.
Körler göz diye, görmek diye bir şey bilmiyorlarmış. Uzun yıllar içinde çoktan unutmuşlar bu hissi.
“Ne demek görmek?” demişler, “Nasıl görüyorsun yani, duyulmayacak mesafeden anlıyor musun ne olup bittiğini?”
“Anlıyorum tabi…”
“İnanmayız, imtihan edeceğiz seni!”
Adamı almışlar, uzakça bir yere dikmişler. Tecrübeleriyle biliyorlarmış, o mesafeden hiçbir şey işitilmeyeceğini.
“Anlat bakalım, şimdi biz ne yapıyoruz?” diye sormuşlar.
Adam anlatmış: “Oturuyorsunuz, konuşuyorsunuz, şu ayağa kalktı, bu elini oynattı, beriki bacağını sallıyor vs.”
Derken körler bir evin içine girip bağırmışlar: “Anlatsana!”
“İçeri girdiniz, göremiyorum ki…”
Körler bilmedikleri için içeri girmenin ne olduğunu: “Ne olmuş yani içeri girmişsek? 50 santim farketti, anlat anlat!” demişler.
“Arada duvar var, görmüyorum!”
Körler: “Sen atıyorsun!” demişler, “Demincek tesadüf etti. Bak şimdi bilemiyorsun.”
Adam: “Çıkın dışarı, söyleyeyim!”
“Bu kadar uzaktan duyunca ha içerisi, ha dışarısı, ne çıkar yani?”
“Ben duymuyorum, görüyorum!” diyormuş adam.
“Öyle şey olmaz!” demişler, “Sende bir bozukluk var, saçmalıyorsun, acayip şeyler söylüyorsun. Hekime muayene ettireceğiz seni.”
Adamı yaka paça köyün hekimine götürmüşler. Hekim de kör tabii… Elleriyle yoklamaya başlamış adamı. Yoklamış ve parmaklarını adamın yüzünde gezdirirken “Buldum!” demiş, “Bozukluk burada!” Adamın açık olan gözünü kastediyormuş hekim ve “Saçmalaması bundan dolayı” diyormuş. “Ben şimdi hallederim, düzeltirim onu.”
Körler ülkesine kral olmaya kalkan gezgin zor bela kurtarmış kendini ondan.
Körler görenleri anlayamazlar. Saçmalıyor sanırlar ve onu da düzeltip kendilerine benzetmek için gözlerini çıkarmaya uğraşırlar… “

Ne de güzel özetlemiş Mevlana r.a. yaşadıklarımızı değil mi? Gördüğümüz için neden suçlandığımızı, neden yargılandığımızı, neden tedavi(!) edilip köreltilmeye çalışıldığımızı bir hikaye ile ne de güzel anlatmış. Duyduklarından başkasına itibar etmeyenlerin köreltilmiş gözleri görmese de çalanı , çırpanı, peşkeş çekeni, ihanet edeni, ocaklar söndüreni, görüp haykırdığımız için başımıza gelen onca sıkıntıyı neden çektiğimizi daha iyi anlamamıza yeter de artar bu kıssa. Böyle bir toplumun “içinde hayra çağırıp, iyiliği emredip kötülükten men etmek” tabiidir ki takibata, tevkife, suçlanmaya sebep olacaktır. Zira o gözleri köreltenlerin bunu yapmakla elde etmeyi umdukları saltanatları, görenlerin sayısı arttıkça sarsılacak, yaydıkları gece, günün kılıcında can verecektir.

Mevlana’nın r.a. hikayesindeki tabibin gözü bu zamanda gayet açıktır aslında. O, olup biteni bilen hatta bu olup biteni tezgahlayandır da aynı zamanda. Gözlerini ele geçirdikten sonra zihinlerini ve kalplerini köleleştirdiklerini kendisine öyle bir bağlamıştır ki, bu zavallılar kendilerini uyaran bir “gören”le karşılaştıklarında o “tabib”e haber verip onu hemen bu “hastalığından”(!), “tuhaflığından”(!) kurtarmaya çalışırlar. Ve “tabib”in ilk saldırdığı, müdahale ettiği ve varlığına tahammül edemediği duyu organı “göz” olur. Onu körelterek “toplumsal huzuru” sağlamayı düşünür, onun gördüğü yanlışı düzelterek değil.

Bu yüzden tehlikelidir körler diyarında görmek. Görmeye niyetlenenin azığı olmalıdır sabır, ihlas, hilim, ilim ve basiret. Yoldaşı olmalıdır tevekkül ve teyakkuz. Hep doğru konuşmalıdır fakat doğruyu doğru zamanda ve mekanda konuşmalıdır her daim. Gördüklerini anlatmadan önce “görmeyi” anlatmalı, körlüğün kusur olduğuna ikna etmelidir muhatabını. Zemheriyi kötülemek, başka mevsim bilmeyene “inkarcı” olmak gibi geleceğinden baharı anlatmalıdır önce ve sonra beklemelidir kardelenlerin açmasını gönüllerde.

Yıkmak kolaydır her zaman ve insan “inşa” etmeyecekse yıkmamalıdır asla. Başını koyacak bir çatı sunamayacağı kimsenin çadırını söküp atmamalıdır. İlk harften başlamalıdır öğretmeye alfabeyi, okuma bilmeyenden destan yazmasını beklememelidir. Cehaletle savaşmalıdır insan, cahille savaşmadan önce. Sahiplenilmek istiyorsa sahiplenmelidir kusurları olanları, dinlenilmek istiyorsa bilmelidir dinlemeyi. Fikirlerini sevdirmek isteyenin sevilmelidir kendisi. İnsan tanımalıdır önce kendisini sonra içinde bulunduğu toplumu. Dertlerini bilmeli ki derman sunabilsin, eksiklerini bilmeli ki tamamlayabilsin. Düşmanı teşhis etmeli ki dostu anlatabilsin ve görebilmeli ki gözleri açabilsin.

İşte ancak o zaman gözlerden çekilen nur yine o gözlere dönebilir ve ancak o zaman körlüğün hastalık olduğu izah edilebilir. Dünya ancak o zaman renklenir, gece o zaman geri çekilir. Gözleri çıkaran tabibin elleri ancak o zaman kesilir ve yeni nesillerin gözleri kusursuzca görebilir. Ve ancak o zaman bu köy, görenlerin şenlendirdiği dünyanın bir parçası olabilir…

siyasetmektebi.com

Etiketler

İlgili Makaleler

4 Yorum

  1. “böyle bir çukurda sürekli olarak debelenip birbirleriyle didişirken alemi o çukurdan ibaret bilip bütün aleme nizam verebilecekleri zannına kapılanların, kendilerine başka dünyalardan bahsedenlere, başka diyarlardan gelip kendilerini oralara davet edenlere, ellerinden tutup da çukurdan çıkarmak isteyenlere karşı saldırganlaşmalarının nedeni de yukarıda bahsettiğimiz durumdur.” şeklinde veciz bir şekilde ifade edilen durumun içerisinde olmadığınıza nasıl bu kadar emin olabilirsiniz? Ya sizde, kendinize ait çukurda debelenip duruyorsanız?

    “farklı yaşamlara, türlere, düşüncelere tahammülü yoktur” demişsiniz ama kimin var ki?
    İslam’ın var mı mesela?
    İnsanları inanan ve inanmayan olarak ayırıp, inanmayana yaşam hakkı vermeyen İslam’ın tahammülü var mı?
    Örneğin ben tamamen bilinçli bir şekilde İslam’ı reddedip hayat hakkına sahip miyim?
    Veya İran İslam İnkılabı’nda görünür İslami kurallara uymadan (örneğin hicab) kamusal alanda özgürce dolaşamamam aslında İslam’ın veya İslam nizamının tahammülsüzlüğünü göstermez mi?
    Şu anda bu satırları okurken tahammül sınırlarınızı zorlamıyor muyum?
    Tahammüllü cevaplarınızı merakla bekliyorum.

    Böyle düşünme sebebim şudur ve bu ikilemden çıkamıyorum:

    Güç elinde olduğundan dolayı kamusal alanda başörtüsünü ZORLA açtıran ile güç elinde olduğundan dolayı kamusal alanda başörtüsünü ZORLA kapatan arasında fark var mıdır? Not: Lütfen konuyu Allah’ın emri gibi sığ bir açıklama ile geçiştirmeyiniz, Allah’a ve Kuran’a inanmayan birine bu konuyu nasıl izah edebilirsiniz? Sadece olay çerçevesinde kalarak.

    “farklılıklardan korkar” demişsiniz ama savunduğunuz görüşün tam zıttının hakikat olabileceğini düşündünüz mü?
    Öylesine değil, ciddi ciddi. Kaplamadı mı bir korku? Verilen koca bir ömür ve hakikat zannettiğinin aslında bugüne kadar tahkir ettiğin düşüncelerden bir düşünce olması 🙂

    “Bu yüzden tehlikelidir körler diyarında görmek. Görmeye niyetlenenin azığı olmalıdır sabır, ihlas, hilim, ilim ve basiret. Yoldaşı olmalıdır tevekkül ve teyakkuz. Hep doğru konuşmalıdır fakat doğruyu doğru zamanda ve mekanda konuşmalıdır her daim. Gördüklerini anlatmadan önce “görmeyi” anlatmalı, körlüğün kusur olduğuna ikna etmelidir muhatabını. Zemheriyi kötülemek, başka mevsim bilmeyene “inkarcı” olmak gibi geleceğinden baharı anlatmalıdır önce ve sonra beklemelidir kardelenlerin açmasını gönüllerde.” gerek var mı bu kadar kasmaya? Ne için? Görmeyecekleri/göremeyecekleri kesin olanlar için mi?

    Övülecek çok kısım, katıldığım bir sürü yer var. Lakin yegane ve en temel amacı hayatta kalmak olan ve hayatta kalmak için sizin bolca anlattığınız erdemlere ihtiyacı olmayan insan yani körler ne yapsın ki görmeyi?

    Teşekkürler.

    1. “Güneş gözlüğü” başlıklı yazımıza yaptığınız yoruma cevap verdikten sonra sıra bu yazımıza yaptığınız yoruma geldi. Önceki cevabımızda da beyan ettiğimiz gibi bu işin kısır döngüye dönüşmesine müsaade etmeyeceğimizi tekrar belirtelim.

      Bizim yazıda belirttiğimiz gibi bir çukurun içinde olmadığımızı bilemeyeceğimizi ifade etmişsiniz bu aşırı süphecilik,(septisizm) durumunda geçerli bir bakış açısı olabilir fakat bu bakış açısı insanlığın ilerlemesinin önünde engel teşkil eder. Sürekli olarak şüphe deryasında yüzenlerin herhangi bir hedefe ulaşabilme ihtimalleri yoktur çünkü. İnsanlığın şüpheye ihtiyacı vardır fakat ona esir olmaktan kurtulması gerekir. Bu yüzden elbette ki her fikir kendinin doğru olduğunu beyan eder. Kendinin doğruluğuna iman etmeyen bir fikrin başkasının karşısına çıkmasının zaten mantığı yoktur. Sorun doğruluğa iman etme değil, başka fikirlere kapalı olma, araştırmayı bırakma, karşıt görüşlerle muhatap olmaktan kaçınmaktadır. Biz de inancımızın, fikrimizin kesin doğru olduğuna iman etmiş durumdayız. Ama sürekli olarak araştırıyor, başka fikirlerden haberdar oluyoruz. Başka fikirlerin varlığından korkmuyoruz. İnat ehli de değiliz. Fakat bunca yıllık ömrümüzde “nedenlerimize, niçinlerimize, nasıllarımıza” daha doyurucu bir cevap veren başka herhangi bir fikir, ideoloji vs. ile karşılaşmadığımız için de bu bulduğumuz hakikati başkalarına ulaştırmaya çabalıyoruz. Bu yüzden “imandan önceki şüphe imana götürür, imandan sonraki şüphe imanı götürür” diye düşünüyoruz. Sizin, sanki hiç araştırmadan elde ettiğimizi zannettiğiniz fikrimizi, bakış açımızı, inancımızı birçok şüpheden ve sorgulamadan sonra elde ettiğimiz için biz çukurdan çıktığımızı düşünüyoruz.

      İslam ile ilgili eleştirilerinize veya şüphelerinize gelince, evet İslam farklı “fikirlere” tahammülü olan bir inançtır. İslam asla inanmayanların yaşam hakkı yoktur demez. Aksine inanmayanların da inananların da insanlıklarını yaşayabilecekleri yegane inanç, sistem, ideoloji, rejim her ne derseniz deyin İslam’dır. Siz elbette ki İslam’ı inkar ederek İslam devletinde yaşam hakkına sahipsiniz. Mesele düşüncenin özgürlüğüdür. Topluma, sisteme fiili bir zarar vermediğiniz sürece İslam devletinde fikirlerinizi yaşayabilir, savunabilirsiniz. Bunda herhangi bir sıkıntı yoktur. Ama bu ortam için gerçek manada “İslam”ın hakimiyeti gerekir. Bugün siyonizmin yaydığı ve orada burada mazlumların kafasını keserek içlerindeki vahşeti İslam diye öne sürenlerin hakim olduğu bir sistemde değil siz, bizim dahi yaşama ihtimalimiz yoktur ve inanın ki sizden önce biz kellemizi yitiririz.

      Evet İslam İnkılabında hicap gibi kurallara “kamusal alanda” dikkat etmeniz gerekir. Kendi evinizde dilediğinizi yapabilirsiniz ama kamusal alanda toplumu fesada uğratacak ve insanların insanlıktan başka hedeflere yönelmelerine sebebiyet verecek “davranışları” sergileyemezsiniz. Ama bakın fikirden, düşünceden bahsetmiyoruz. Fikirlerinizi özgürce ifade edebilir, inançsız olduğunuzun altını kalın kalın çizebilirsiniz. Bu noktada bizimle sizin aranızdaki temel fark tekrar ortaya çıkmakta ve sizin özgürlük anlayışınızla bizim özgürlük anlayışımızın ayrı olduğu belirmektedir. Siz ne yazık ki insanı farklı algıladığınız için özgürlüğü de insanın hayvani yönüne yönelik olarak algılıyorsunuz ama biz insanı insan yapan düşüncenin ve değerlerin özgürlüğünün önemli olduğunu ifade ediyoruz. İnsanın tek boyutlu olmadığını, onu hayvanlardan ayıran bir yönünün bulunduğunu ve bu yönünün ön plan çıkması gerektiğini düşünüyoruz. Bu yüzden her türlü fikirsel özgürlüğü desteklerken, fikri baskı altına alıp onu hayvani istek ve arzuların kölesi kılacak davranışların terbiye edilmesi ve kontrol altına alınması gerektiğine inanıyoruz. Malumunuzdur ki hayvanların doğası saldırganlık olsa da insanlar arasında yırtıcı hayvanların yaşamasına veya mesela saldırgan köpeklerin, kuduz köpeklerin rahatça dolaşıp başkalarına zarar vermesine hiçbir ideoloji, fikir veya sistem müsaade etmez. Bu durumda hayvanlara özgürlük yoktur denmesi doğru olur mu? İşte İslam’da hakim olduğu toplumu, onu insanlığından uzaklaştıracak tehlikelerden kurtarmayı hedefler. Fakat her türlü fikrin ifade edilişine müsaade eder. Bu durum Resulullah’ın s.a.a. hakim olduğu dönemden hatta emeviler gibi zulümleriyle öne çıkan dönemlerde dahil olmak üzere İslam tarihinde kendini çok net belli etmektedir. Bu konuyla ilgili olarak daha önce yayınladığımız “İslam’ın Özgürlüğü” başlıklı yazımıza ( https://www.siyasetmektebi.com/islamin-ozgurlugu.html ) bakabilirsiniz. O yazımızda özgürlükler ve İslam İnkılabındaki uygulamaların nedenleri ile ilgili fikirlerimizi beyan etmiştik.

      Başörtüsünü “zorla” açtıranla, başörtüsünü “zorla” örttüren arasındaki temel fark yukarıda bahsettiğimiz özgürlüğün manasına yönelik farktır. Biri toplumu fikirden, düşünceden soyutlamak için hedefsiz, amaçsız kılıp, özellikle gençleri fuhuş, uyuşturucu vb. bataklığa sürüklemek isterken, diğeri toplumu ıslah edip, düşüncenin ve fikrin önündeki engelleri ortadan kaldırmaya çalışmakta, yani biri insanı hayvani özelliklerinin kölesi kılmak isterken diğeri insanı “insan” yapmak için uğraşmaktadır. Ve evet, bu Allah’ın c.c. emridir, çünkü Allah yarattığı kulunun bütün özelliklerine vakıftır, onun neyden etkileneceği ve nasıl kemale ereceğini daha iyi bilir ve ona olan şefkatinden dolayı kamil olma yolunu ona göstermeyi diler. Allah c.c. yeryüzüne halife kıldığı varlığın, hizmetinde bulunan varlıklardan (hayvanlardan) farklı olmasını ister. Bunda ne gibi bir sorun var ki böyle açıklamayalım? Allah’a c.c. inanamayan biri bile insanın hayvanlardan farklı olduğunu kabul eder ve eğer dikkatli bakarsa hedefsiz olamayacağını anlar zaten. Yok illa ki farkımız yok ve tesadüfen varolmuşuz diyorsa bu ayrı konudur ve uzun uzadıya başka mecralarda tartışılmalıdır.

      Siz şüphe içinde olduğunuz için bize de aynı şüpheyi duyup duymadığımızı sormuşsunuz. Ama inanın bütün kalbimizle savunduğumuz fikrin hakikat olduğuna iman etmiş durumdayız. Ve bunca yıllık ömrümüzde, yaptığımızda araştırmalarımızda bizim içimizi rahatlatacak başka bir fikre rastlamadık. Ve hatta yaklaşık 20 yıl önce de defalarca sohbet ettiğimiz anarşist bir kardeşimiz bize bu soruyu sorduğunda “nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz?” dediğinde de aynı cevabı verip “eğer bu inanç olmasaydı ve sizin gibi şüphe diyarında dolaşsaydık, hedefsiz ve amaçsız olsaydık intihar ederdik” demiştik. Sizin muhtemelen ısrarla anlamak istediğiniz şey bizim sahip olduğumuz fikri sorgusuz sualsiz kabul edip etmediğimizdir ki katiyetle sorgulamadığımız, araştırmadığımız bir fikrin savunucusu olmadık, olmayacağız.

      “Lakin yegane ve en temel amacı hayatta kalmak olan ve hayatta kalmak için sizin bolca anlattığınız erdemlere ihtiyacı olmayan insan yani körler ne yapsın ki görmeyi?” işte sizinle bizim ayrıştığımız nokta tam da burasıdır. Biz insanın yegane amacının hayatta kalmak olduğuna inanmıyoruz. İnsan dediğimiz bu mükemmel varlık böyle basit bir amaç için “tesadüfen” dahi olsa meydana gelmiş olamaz. Bu insanın bir hedefi ve amacı olmalı ama bu amaç bu hayattan da üstün olmalıdır bize göre. Yaşam bizim için araçtır. Amaç değil. Aracı amaç kıldığınız vakit düşeceğiniz durum da budur işte. İnsan hayattan üstün bir varlıktır. Gelip geçen bir şeyi kendine amaç edinmekten daha yücedir insan. Bu konu da çok uzun olduğu için burada detaya girmeyeceğiz. Ama bizim bakışımızda insan, sizin zannettiğiniz insandan yücedir. Ve bu yüceliği onu Yaratan’dan almaktadır. Bu yüzden o “bolca” anlattığımız erdemlere ihtiyaç duymaktadır. O erdemlerle kendisinin farklı boyutlarını gün yüzüne çıkarabilir ancak. Fakat yukarıda alıntıladığımız cümlenizle bu erdemlerin farkında olmayanlarla ne uğraşıyorsunuz, bırakın kör kalsınlar demek istiyorsanız işte o dediğinizde bizim yaratılış amacımıza aykırı olduğundan, hedeflediğimiz o erdemlerle uyuşmadığından bizim için geçersizdir. Çocuğu hastalığının farkında olmayan, o hastalığı önemsemeyen herhangi bir ebeveyn nasıl ki çocuğunu hastalığı ile başbaşa bırakmaz ise, onun muhalefetine rağmen hastalığın tedavisi için uğraşırsa bizde körlüklerinin farkında olmayanları tedavi için ve onları körleştirenlerin elinden kurtarmak için çaba göstermeye devam edeceğiz. Bu da bizim “insanlığımızın” gereğidir.

      Saygılarımızla

      1. Cevap için teşekkür ederken, “kısır döngüye dönüşmesi” yerine faydalı oldukça sürmesi daha iyi değil mi? Ayrıca daha ilk cevaptan bu kestirip atma ne anlama geliyor? Bari ikinci yorumlarımı yazsaydım 🙂

        Şüphecilik konusundaki izahatınız çok hoşuma gitti fakat dediğiniz üzere herkesin fikrine imanı var, yani o iman değerli aslında fikir değil, “imandan önceki şüphe imana götürür, imandan sonraki şüphe imanı götürür” ise bir düşünce değil hakikattir çünkü ben şu anda imanımı yitirmiş biriyim, oysa ben imanımın şüphe götürmeyeceğini düşünüp, tabiri caizse her şeyi inkar ederim yeniden bu görüşe geri gelirim hadsizliğinde bulunmuş ve LA İLAHE deyip orada bağlantısını kaybetmiş bir tipim. En dandik fikre bile iman edip onu savunabiliriz ama bu onun hakikat olduğunu göstermez. Hakikat nedir?

        Peki benim düşüncem veya dinim de kamusal alanda başın açık gez diyor ve ben bu düşüncemin/dinimin gereğini uygulamak istemiyorum.Yani bir şekilde İslam’ın benim için güzel diye düşündüğünü ben güzel olarak görmüyorum zorla güzellik mi olacak?

        “sizin özgürlük anlayışınızla bizim özgürlük anlayışımızın ayrı olduğu belirmektedir.” demişsiniz ve kesinlike doğru, peki Özgürlük nedir?

        İnsanın özündeki hayvani olmayan boyut kesinlikle çok daha önemli ve asıl insan da hayvani güdülerin üstündeki insan olduğunu bende düşünüyorum.

        “farkımız yok ve tesadüfen varolmuşuz” dediğiniz şekildeki görüşü savunanlar da mevcuttur ve aslında vurgulamak istediğim bu temeller bir şekilde varsayılarak siz görüşlerinizi temellendiriyorsunuz. Mesela Adem’den Muhammed’e kadar insanlarla konuşmuş olan Tanrı neden suskundur? Sünnetullah’ta değişme yok ise bizim suçumuz nedir? Muhammed’den sonra Ehl-i Beyt ile süreç devam ediyor kısmına girmeyin çünkü o işin tamamen zorlama kısmı aynen söylenenler çıkmadığı zaman yama yapıp devam eden görüşleriniz gibi 🙂 Son olarak eğer dünya 1000 yılda daha devam etse ve ortada ne İran, ne İsrail, ne ABD kalsa ve ahir zaman o zaman olsa gündemde olan güncel ahir zaman geyiklerinin ne manası kalacak? Hayvanların insanların hizmetine verildiğini nereden çıkarıyorsunuz? Evcilleştiremediğimiz hayvanlar bizim hizmetkarımız mı? Gücümüzün yettiğini sömürüyoruz, olay bu kadar basit aslında.

        “anarşist” arkadaşa selam bu arada 🙂

        Belli bir seviyede sorgulama yapmamış olsanız zaten İslam İnkılabı diye gezmezdiniz. O durum ortada. Klasik Sünni Emevi İslam’ını reddediş bile çok ciddi bir sorgulamadır ki bu konu zaten ortadadır.

        ” Biz insanın yegane amacının hayatta kalmak olduğuna inanmıyoruz.” bende inanmıyorum (sonuçta ideolojisi uğruna ölüme gidenlerin olduğu bir dünya var, bilerek ideoloji dedim çünkü şehadet 1 kademe değerli iken, tanrıya inanmadığı halde/cennet beklentisi olmadığı halde canını hiçe saymak 2 kademedir diye düşündüğümdendir) ama ortada olan bazı gerçekler ve farklı görüşler var. Benim yorumlarımdaki çelişkilerden belki anlamışsınızdır ama belirtmekte fayda var, her sorduğum soruyu kendim %100 öyle düşündüğüm için sormuyorum, burada amacım sizin bakış açınızı merak ettiğim konuları da soruyorum.

        Anlam arayışı hayretle ne aradığımızı merak ettiğimiz bu dünyadaki en güçlü duygulardan biridir. İslam veya benzeri din ve ideolojiler insanlara bu anlamı kısmen zahmetsizce vermiş aslında ben ve sizin anarşist arkadaş gibi tipler ise boşuna kasıyor 🙂 İnan geç işte gardaş zorlama…

        “İnsan hayattan üstün bir varlıktır. ” söylentilerden ve kesin olmayan iddialardan başka bir delil yok. Ölünceye kadar hiçbirşey net değil aslında. Doğmadan önce neredeydik, anne karnından da önce, hah işte orada olacağız öldüğümüz zaman ve kimsenin bir bilgisinin olduğunu düşünmüyorum. Var mı? İslam’ın temel inanç üçlüsü olan Tevhid-Mead-Nübüvvet bile tamamen iman ile alakalı, iman derken delilsiz iman, yani ortada bir belge yok. O yüzden bu derece net olmayan bir delile dayanmayan ve herkesin kendi kafasından bir İslam uydurduğu bu dönemde kendime en uygun İslamı seçip onu anlamlandırıp ölüp gitmek mi daha anlamlı?

        “Çabalayan koyun mundar ölmez.”

        Saygı benden. Teşekkürler.

        1. Hakikat nedir sorusuna verilecek hiçbir cevap sizi tatmin etmeyecektir. Çünkü siz gerçekten bir hakikatin varlığına inanmak istemediğinizi ve aslında bu “inaçsızlığınızın” sizi tanımladığını yazdıklarınızla ifade ediyorsunuz. Ve bu şekilde hiçbir yükü yüklenmeden herkese, herşeye, her fikre kendinizce “meydan” okuyup, sorumluluk sahibi olmadan, sınırsız özgür kalabileceğinizi zannediyorsunuz. Bu yüzden hakikatin ne olduğunu bize sormadan önce kendinize sormanız gerekiyor. Kimsiniz? Amacınız nedir? Gerçekten neyi arıyor ve gerçekten nereye varmak istiyorsunuz? Bir hedefiniz var mı yoksa bütün hedefleri hedefe koyup onlara saldırmaktan başka bir meziyetiniz yok mu? Neden ve nasıl varoldunuz? Boş ve amaçsız mısınız? Bunlara cevap bulduğunuzda hakikatinizi de bulacaksınız. Biz bulduğumuz hakikatin tüm bu soru(n)lara cevap olduğunu düşündüğümüz için çile çeksek de mutluyuz, huzurluyuz. Huzursuz olan sizseniz, soruyu kendinize sorup, cevabı kendiniz bulacaksınız. Çünkü şuan ki psikolojik durumunuzda size izah edeceğimiz hakikati kabullenmeyip saldıracağınız çok aşikar.

          Siz tesettürün mantığını hala anlamadığınız için bunu bireysel bir zorlama olarak düşünüyorsunuz. Bu arada biz herhangi bir düşüncenin, inancın bir insana “başın açık gez” diye emrettiğini duymadık. En iyi ihtimalle bu konuda herhangi bir hüküm beyan etmemiş veya sizin gibi “açık gezsem ne olur ki” mantığında kalmıştır o kadar. Ama İslam bireyi eğittiği gibi toplumu da eğitip korumayı öngördüğünden insanların bireysel heveslerinin ve arzularının toplumun yapısını bozmasına müsade etmez. Bireysel olarak kendi yaşam alanında yapılan hiçbir şeye karışmaz iken bireyin toplumdaki yaşamını düzenlemek ister ki bunun özgürlüğü kısıtlamak olmadığını daha öncede anlattık. Bizim özgürlük anlayışımız bireyi başıboş bırakıp toplumu hedefinden sapmaya yol açmak değildir. Mesela sizin bir tık öteniz olan biri de çıkıp benim canım çalıp çırpmak istiyor. İnancım buna müsade ediyor. Niye beni engelliyorsunuz diyebilir veya bir başkası adam öldürmenin neden suç olduğunu sorgulayabilir. Bu yüzden İslami kurallar bireysel heva ve heveslere göre değil toplumsal amaç ve hedeflere göre belirlenir. Kaldı ki her bireyin dilediğini işleyebildiği bir dünyada düzen değil kaos olur. İnanın bu duruma anarşistler bile katlanamaz.

          Özgürlük nedir diye sormuşsunuz. Biz de “insan nedir?” diye size soralım. Siz insanı nasıl tanımlıyorsunuz? Kaç boyutludur? Ve yukarıda sorduğumuz gibi nasıl varolmuş, ne için varolmuş ve nereye gitmektedir? Bunlara verdiğiniz cevaba göre özgürlüğün tanımı değişir. Biz İslamın özgürlük anlayışını bu yüzden benimsemiş durumdayız. Tercih sizindir elbette. Özgürsünüz.

          Sizin tanrı diyerek sıradanlaştırmaya çalıştığınız Allah c.c. aslında hiç susmamıştır. Yarattığı insanı ve alemi hiç boş bırakmamış ve yaratmaya da devam etmiştir. Ne yazık ki bu konudaki bilgi eksikliğinizden dolayı kendinizce inkara yönelip, cevabı olmayan sorular sorduğunuz zannına varmışsınız. Allah c.c. insanlığı yarattığından bu yana onun Peygamberler a.s., imamlar a.s. ve veliler vasıtasıyla hep konuşmuş, doğruyu yanlışı hep izah etmiştir. Baştan kestirip attığınız o hakikatte bizim için geçerlidir aslında ve İslam Ehl-i beyt kanalıyla insanlığa yön vermeye devam etmiştir. Ve Bu yön verme İslam İnkılabıyla devam etmektedir. Ama sizin en büyük yanlışınız Kur’an’ın aramızda yaşıyor olduğunu unutmanızdır. Kur’an dün, bugün ve yarın ve sizin deyiminizle 1000 yıl sonra da diriliğini korumuş ve koruyacak, ve var olarak Allah’ın c.c. bizimle konuşmasını sağlayacaktır. 1000 yıl önce de 1000 yıl sonrada insanlığın sıkıntılarına bir kitabın cevap veriyor olması, ister inanın ister inanmayın her çağın sorunlarının cevabını içinde barındırıyor olması, başlı başına Allah’ın bizimle irtibatını kesmediğine delildir ki bunu küçümseyerek kabul etmeseniz bile bizatihi sizin varlığınız, düşünceleriniz, hissiyatınız, sorgulamalarınız, şüpheleriniz bile Allah’ın c.c. sizinle konuştuğunun ispatıdır. Alemi anlamaya çalışıp kendinizi tanıdığınız ölçüde ne demek istediğimizi kavrayacaksınız. Bu yüzden Allah’a c.c. tapmadığınız gibi şüpheye de tapmamanız gereklidir sadece. Şüpheciliğin kendisini de yargılar ve ona da şüpheyle yaklaşırsanız hayrınıza olacaktır.

          Hayvanlar ile ilgili kısım ise yine dediğimiz gibi insanı tanımayla ilgilidir. İnsanı tanıdığınız vakit hayvanların veya diğer canlıların varlık sebebini anlayacaksınız.

          Anlam arayışınızı takdirle karşılıyoruz ama anlamı yanlış yerde aradığınız için yaşadığınız sıkıntıyı görüp üzülüyoruz. Anarşist arkadaşımız da sonunda bahsettiklerimizi kabul etmişti ama “sorumsuzluğun” dayanılmaz hafifliğini terk etmek zor gelmişti ona. İslam fıtrattan bahseder. Onu bir araştırın. Sizin zahmetsizce anlamı insana sunduğu için eleştirdiğiniz İslam bunu insanın özüne kodlamıştır ve siz bizatihi bu kodlamadan dolayı şuan da bu anlamın peşindesiniz. Bulursanız kendinize dönmüş olacaksınız haberiniz olsun.

          Herkes her fikri tahrif edip birşeyler uydurabilir bu bizim inamamamız ve inkar etmemiz için yeterli delil teşkil etmez. Bir ağacın meyveleri çürük diye bütün ormanı yakmanın mantığı yoktur. Ölüm ve ötesi ile ilgili olarak kimsenin bilgisinin olup olmadığı ise yine sizin kaçış mantığınızdan dolayı sizin açınızdan şüphelidir. Oysa yaşamı anlayan ötesini de zaten aklen kavrayacaktır. Netlikten kastınız nedir? Mesela siz hangi konuda netsiniz? İtirazlarınızın hangisine delil sunabiliyorsunuz? Veya sizin için muteber sayılacak bir delil var mı gerçekten? Buna önce kendi içinizde cevap bulmanız lazım. Çünkü siz inkarı bir silah edinip herşeyi vurmak için uğraşıyorsunuz. Öyleyse hiçbir delil sizi bağlamayacaktır.

          Saygılarımızla…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

 
Başa dön tuşu
Kapalı