KÖLE RUHLULAR…

“İncire ve zeytine andolsun”(Tin 1) ki en güzel biçimde yaratılmış olan insan, yaratılış gayesinin dışına çıkabilen yegane varlık olduğundan iradesini kullandığı yolun sonundaki akıbete kendi çabasından dolayı uğrayacaktır. Oyun ve eğlence dünyasında rızk korkusuyla tuttuğu zalimlerin eteklerini ateş sarınca ilk onun eli yanacak, ilk o feryad edecek peşinden gittiklerinin nifaklarından ve zulümlerinden. Ve ilk o tadacak hüsranı ve utancı bütün hakikatlerin ortaya çıktığı gün. Zulme hizmet eden elleri ve ayakları konuşacak, zulmü temize çıkaran ve bahaneler deryası haline gelen aklı konuşacak, zalimlerin hedeflerini uygulamak için kararan gözlerinin körelttiği vicdanı konuşacak ama dili susacak ve zilletini örtbas edemeyecek. Yediklerini bir bir kusacak midesi ve ortaya dökülecek haram lokmalarının listesi. Ah’lar diyarında ‘keşke’ler uçuşacak ama ne çare…
Hakkını savunanın karşısında süfyaninin elleri olmanın zilleti boynunu süsleyecek, bir ömür onursuzluğun yükünü taşıyacak ‘maaşlı’ olarak. Elaleme muhtaç olmamak adına aleme fitne saçanlara el açarken kirlenen ellerini temizleyemeyecek hiçbir söylemi. Çünkü öyle bir hınçla yüklenmiştir ki yüreği, taştan bile daha katı hale gelmiştir ve nice taş vardır içinden suların aktığı. Hırs bürümüş gözlerini köreltmiştir zulmün ‘ampul’ misali suni güneşi. Kinle saldırırken hak talebinde bulunan mazlumlara, fesada uğratması için destek olmuştur zalimlere ekini ve nesli.
Aslında bir çok devrik cümleyle çok rahat anlatılacak olan zulmü bu noktadan sonra direkt olarak ele almak niyetindeyiz. Gündemi takip edenler Yırca köyünü ve o köyün zeytin ağaçlarının başına gelenleri bilirler muhakak ki. Ama bizim yazımızın konusu bu olmayacak. İlk paragraflardan da anlaşılacağı gibi zalimin emri doğrultusunda mazluma karşı saldırıya geçen gönüllü köleleri ele almak istiyoruz. Zira süfyaninin memleketinde olup ta her gün bir zulme şahit olmamak ahir zaman hadislerine aykırıdır, bu yüzden de muhaldir. Bahsi geçen gönüllü kölelerin, ruhlarının nasıl köleleştirildiğini iyi analiz edersek, zulmün işleyişini de çözmüş oluruz ve süfyanilerin bu tür fecaatleri ve cinayetleri karşısında şaşkınlık ve hayret duygularından devrim yaratacak kin ve öfke duygularına geçiş sürecimiz başlar. O halde düşmanı ve düşmanın kullandığı teknikleri iyi irdelemek, düşmana yanlışlıkla da olsa hizmet etmemek adına elzemdir ve bu hizmeti yapanları uyarmak onların hem dünya hem de ahiret saadetleri için gereklidir.
Bizleri “fakirlikle korkutan ve bizlere çirkinlikleri emreden şeytan”(Bakara 268) ve avanelerinin köşe başlarını tuttukları coğrafyalarda halklar, ya açlık çeker ya da açlık sınırında yaşamaya mahkum bırakılır ki bütün hayalleri ve hedefleri karın doyurmak haline gelsin ve ironik bir şekilde kendilerini açlığa mahkum bırakanların verecekleri dünyalıklara aldanıp onlara minnet hissi taşısınlar. Bu düzen öyle bir işler ki en ağır kast sistemi dahi bu zulüm sistemini izaha yetmez. Habire millete simitçilikten saray sahipliğine nasıl gidildiğine dair hikayeler anlatılıp hayal kurmaları sağlanırken, bu ihtimal türlü yollarla en başından itibaren kesilir. Ülkenin tüm sermayesini siyonistliğini çeşitli vesilelerle ispat etmiş olan 3-5 bin kişi sömürürken, arta kalanların paylaşılması işi için ekonomik sistem geliştirirler. O 3-5 bin kişinin önde gelenlerinin ve süfyanilerin vitrinlerine yerleştirdiklerinin hayat hikayelerine bakarsanız ne hikmetse hepsi de çeşitli işlerde işçilik yapıp o seviyelere ulaşmıştır. Ama bu imkan onlardan sonra sona ermiştir sanki. Onlardan sonra o işlerde çalışanların ulaşabildikleri en iyi sonuç asgari ücretle o bahsedilen semirmiş kesimin yanında çalışmaktır.
İşte böylece zamanında ele geçirdikleri makamların da yardımıyla zulm ile abad olmaya çalışanlar, onurlu bir yaşam için gerekli olan maddi şartları sağlamayarak halkın onurunu da şekillendirmeye uğraşmakta ve maddi kazanç adına halktan şereflerini ve vicdanlarını sistemlerine satmalarını alenen istemektedirler. Helal kazancın tüm yollarını kapatarak ve halkı harama yönlendirerek zaten manen çöküşe yaklaştırdıkları yetmiyormuş gibi, bir de işsiz bıraktıkları ve muhtaç hale getirdikleri gençleri, ya polislik ya da güvenlik görevlisi olma yolunu açıp kendi varlıklarını koruyan gönüllü köleler olarak şekillendirmekte ve halkı yine halkın kendi çocuğu ile zapt-u rapt altında tutmaktadırlar. Bu gençler yaşadıkları rızk ve gelecek korkusuyla kendilerine verilen görevleri adeta ilahi görevlermiş gibi büyük bir ciddiyet ve kararlılıkla yapmaktadırlar ki önlerine rızk kisvesi altında atılan zillet ve ihanet lokmaları ellerinden alınmasın.
Zaten emperyalist mantığın hem tüm dünyada hem de hükmettiği memleketlerde sürekli olarak uyguladığı metod budur. Asla kendi elini bu tür olaylara bulaştırmadan sürekli gönüllü kölelerini ve uşaklarını kullanmakta ve halkları yine başka halklara kırdırarak varlığını devam ettirmektedir. İslam İnkılabının oluşumuna ve direniş cephesinin gelişimine kadar da bu böyle sürmüş ve emperyalizmin teorik hali olan siyonizmin mensupları asla zarara uğramamışlardır. Bunu sağlamak için de sürekli fitne araçlarını ellerinde bulundurmakta ve halklara çaresizliği, açlığın kader oluşunu ve ölümün sadece bu halklar için oluşturulmuş bir hakikat olduğu fikrini aşılamaya çalışmaktadırlar. Böylece kadere razı olacak kadar dinden haberdar olan halklar, kendi elleri ile kendi kaderlerine açlığı, yokluğu ve zilleti yazmaktadırlar. Özellikle kimi süfyaniler her türlü gasp ve çalma eylemleriyle elde ettikleri varlıkları Allah’ın (c.c.) haşa kendilerine bir lütfuymuş gibi gösterip, idaresini ellerinde bulundurdukları halkların sürünmesini ise alın yazısı gibi tanıtmada o kadar hüner sahibi olmuşlardır ki işverenleri tarafından “usta”lık payesine bile layık görülmüşlerdir.
Bu tür zulmün hükmettiği yerlerde genelde halkın hakkını savunma işi de süfyanilerin maaşlı maşalarına tevdi edilmiştir ve bu memurlar habire legal örgütlenmeden bahsedip ve bu tip örgütlenmenin önemini vurgulayıp halkın süfyanilerin çizdiği sınırdan dışarı çıkma ihtimalinin önüne geçmeye çalışmaktadırlar. Böylece öfkeleri de kontrol altına alınan halkların tüm mücadelesi alacakları paranın tutarı ile sınırlandırılmıştır. Tıpkı Yırca da yaşanan olaydaki gibi, bir ara yaptıkları zulmün farkına varan(!) güvenlik görevlilerinin kendilerine sunulan yeni ücrete tav olup tekrar zulme maşa olma görevlerine dönmeleri de göstermektedir ki bu tip örgütlenmelerin neticesi de hep sistemin yararına olmuştur. İşin ilginç yanı güya halkın hakkını süfyanilerden sorma adına örgütlenmeden bahsedenlerin o süfyanilerin milletvekili olmalarıdır. Ki bu da zulüm çarkının nasıl işlediğini bizlere göstermektedir.
Peki nasıl bir mücadele ile bu tür süfyanilerin oyunları bozulabilir? Aslında mesele çok da karmaşık değil. Önce imanımızı sorgulamak gerekecektir. Rızkı veren kimdir? Kimin yanında hem dünya hem de ahiret saadeti bulunabilir? Önce bunu iyi anlamak gerekecektir. Eğer bu sorulara cevap verilirse süfyanilerin kol gücü olmaktan kurtulma ihtimalimiz ortaya çıkacaktır. Allah (c.c.) “rızk verenin kendisi olduğunu” (Zariyat 58) bize bildirdiğine göre rızk için başkalarının kapısında kul olmaktan vazgeçip Allah’a (c.c.) gerçek kullar olmamız gerektiğini idrak ettiğimizde en temel korkumuz güce dönüşecektir. Böyle de olunca şeytanın elindeki en önemli silahı almış olacağız. Bunun için imanımızı sorgulamak ve gerçekten iman etmek gerekmektedir. Daha sonra da “izzetin ve şerefin Allah(c.c.) katında olduğunu” (Nisa 139) anlamamız ve elinde gücü bulunduranların o güçlerinin Allah’ın (c.c.) askeri olan ayağı kırık bir sivrisineğe dahi yetmeyeceğine kendimizi inandırmamız gerekecektir. Bu iman tazelemeyi yapmadığımız sürece Firavunun zulmüne razı olup Musa’yı (a.s.) yalnız bırakanlardan farkımız kalmayacaktır. Ve Allah’a (c.c.) rezzak sıfatı dolayısıyla başkalarını şerik koştuğumuzdan kendimizi koyduğumuz mazlumiyet kisveside bizi kurtarmaya yetmeyecektir. Ve karşımıza çıkan Kızıldeniz artık güneşin bizim için batıdan doğduğunun işareti olacaktır. Yırca da tevbe edip sonra tekrar süfyanilerin safına dönenler gibi dönekliğin hem bu dünyada hem ahirette bize faydası dokunmayacaktır.
Son olarak şunu da belirtelim ki sitemizin ilk yazılarından olan “Dar’ul Erkam ve Siyasi Bağımsızlık” başlıklı yazımızda da belirttiğimiz gibi zulmün legal olduğu ve yasaları belirlediği yerlerde illegal olmak hak için kaçınılmazdır. Çünkü zulm için “illegal” olan hak için “legal”dir. Ancak böylece hak batıldan ayrılır ve batılın oyunlarına ve nifağına karşı saflığını ve duruluğunu korur. Ancak o zaman hakkın sesi halkın vicdanlarına gerçekten ulaşır. Bizim illegalliktan kastımızın yakıp yıkmak ve zulme zulm ile karşılık vermek olmadığını, aksine fedakarlık temelinde ihya ve imar eksenli olduğunu sitemizi takip edenler bilirler elbet. Ama şu da bilinmelidir ki kan damlayan elleri sıkarak zulm ile mücadele edilemez. Çünkü o ellerin kanı yine o elleri sıkan ellere de bulaşacaktır.
siyasetmektebi.com