KISKANANLAR ÇATLASIN!..

“Muasır ‘deniyetler’ seviyesine çıktığımızdan beri sırtımızı döndüğümüz medeniyetten öyle uzaklaştık ki yetişmeye çalıştıklarımıza attığımız fark onların bizi kıskanmalarına(!) neden oldu. Yüzlerce yıldır sadece hayalini kurabildikleri ‘arz-ı mev’ud’un ilk adımını koca ümmeti bölerek, küçülterek, güçsüz düşürerek ve kalbini ele geçirerek uygulamaya koyduğumuzda açık kaldı ağızları. Böyle imanlı bir milletten ‘on yılda on beş milyon” imansız yetiştirmemiz, nakledip yerleştirmemiz dikkatlerini çekti ve taktir ettiler bütün hasedlerine rağmen. Onlar, bin küsür sene de ancak silebilmişken Peygamberlerin (a.s.) izlerini sosyal hayatlarından, biz on küsür senede yaptığımız ‘inkılaplarla’ siliyorduk ve bunu da vatan kurtaran kahraman adıyla yapıyorduk. Komşu tağutlar bile ders almak için uğruyordu yanımıza ki halk açlıktan kıvranırken böyle şatafatlar içinde yaşamanın yollarını öğrensinler. Saraylar, köşkler yapıyor, ‘yat’lar alıyorduk savaşı bahane edip elindeki ekmeğe el koyduklarımızın sırtından geçinerek ama ‘Çanakkale geçilmezdi’ ve yine de biz ‘ölmeyi emrediyorduk’ yaşamalarından rahatsızlık duyduklarımıza. Ve böylece katlettiklerimizden arta kalanlara kahraman diye sunuyorduk kendimizi.
‘Ya istiklal, ya ölüm’ naralarıyla üstlerine yolladığımız ‘istiklal mahkemeleri’ halka saçarken hak ettikleri ölümleri, şapkasız başları deriyorduk dar ağaçlarıyla, şehirler tanışıyordu dost(!) bombardımanıyla. Maneviyata inanmasak da yedisinde ayyaş ettiğimiz manevi kızlarımız uçarak saçıyordu zulmü Dersim’de, paşalarımız ispat ediyordu bize kendilerini Koçgiri’de, Piran’da. Allah’tan (c.c.) uzaklaştırdıklarımıza ilah oluyorduk kolayca, dogmalarla(!) savaşırken(!), tağutlara dokunulmasını yasaklıyorduk böylece. Sürgünler, zindanlar doluyordu nur ile çünkü bizim gözlerimiz ancak karanlıkta görebiliyordu. Ve tüm bunları koskoca cihanın önünde bir gün dahi olsa eğilmeyen bir millete yapabildiğimiz için kıskanıyorlardı bizi.
Elbette ki çok sıkılan tez isyan eder diye alıyorduk tedbirimizi ve aramızdan bir ‘ağa’yı onların arasındanmış gibi takdim edip ‘yeter! söz “bizim” milletin’ diyerek çıkarıyorduk meydanlara ve onlar (halk), sözün sahibi olduklarını sanıyorlardı. Oysa bizim desteğimizle işgal ediliyordu Filistin, yok ediliyordu mazlumlar, biz ilk olarak tanıyorduk zulmün en katı kalpli halini. Zulüm ile aynı milletten olduğumuz için sözü artık ona teslim etmeninin gerektiğini düşünüyorduk ama bunun daha vardı zamanı. Bunun için kurban lazımdı ve “ağa” kurban oluyordu bizim için. “Sağa”, “sola” çarpıyorduk bütün gücümüzle halkı, sağı solu olmayan sistemimizin içine çekerek. Nice gençler tanışıyordu ölümle nice hayaller sönüyordu sokaklarda. Allah c.c. diyenimiz de vardı bizim, “binaanaleyh” diyenimiz de, kapkara ruhları yüzlerine vuran “kara oğlanlarımız” da vardı meydanları süsleyen. Bir şenlik havasıydı yaşattığımız, her renge ve şekle girebilen evlatlarımızla.
Yavaş yavaş geliyordu gerçekleşeceği vakti 100 yıllık rüyamızın. Bulmuştuk ekeceğimiz tohumu. Allah c.c. ile aldatanlar diyarında yeşerecekti ömrümüzün meyvesi ve onunla hayat bulacaktı ideallerimiz. Top peşinde bulduk onu. Uzundu, haristi, “usta”ydı, ağzı iyi laf yapıyordu ve sabırlıydı ulaşmak için hedefine. Arada bir pavyonlara uğrayıp karı kız peşine takılıyordu ama onlar “İslami toplantılar”dı, o öyle diyordu. Zaten daha önce de simit satarak öğrenmişti tüccarlığı ki dinin en iyi taciri olmuştu böylece. Böyle bir dehayı(!) ziyan etmek olmazdı. Allah c.c. ile aldatmanın inceliklerini öğrensin diye, “çuvallar ile altına” sahip bir evladımızın yanında başlattık işe. Laf cambazının öğrencisi olmuştu top cambazı ve hoca ile talebenin parlıyordu yıldızı diğer evlatlarımızın gayretleriyle.
Bir yüzük gösteriyordu halka “bundan başka hiçbir şeyim yok” diye, halk o yüzüğe bakarken uzanıyordu elleri “beyt-ül mâl”e. Mağdur oluyordu bütün mağrurluğuna rağmen, şiir okuyordu edepten nasip almadığı halde. “Ananı da al git” dediği haklın evladı olduğunu iddia edecek kadar yüzsüzlüğün ‘usta’sıydı ve bu çok hoşumuza gidiyordu. Aç bıraktığı halka gemi almayı tavsiye diyordu taksitle ya, çok marifetliydi çok. Çıraklık döneminde parlak geleceğinin işaretlerini veriyor, kalfalıkta bize hizmette nasıl samimi olduğunu ortaya koyuyordu. Ustalık dönemi var ya o ustalık dönemi… İşte asıl o zaman mest etti gönüllerimizi. Yaklaşık yüz yıl önce çıktığımız yolda yarım kalmış bütün hedeflerimizi gerçekleştirdi, kursaklarımızda tıkanmış bütün ümitlerimizi yeşertti. Etrafımızı saran cehennemi ateşe verdi ve sıkılan boğazlarımız yeniden nefes aldı. Yan bakamadıklarımızın yanlarına yaklaşarak sapladı hançerini göğüslerine, uzadı ömrümüz bizim böylece.
Artık o “biz”di, “biz” ise “o”. Bu yüzden kıskanır(!) oldu diğerleri. Bütün kapıların kilitlerini teslim ettiğimiz için, kapı bekçileri saygı göstermek zorunda kaldı o’na. Kur’an mızraklardan sonra ne de çok yakıştı o’nun eline. Ne de güzel arttırdı küfrünü ezbere okuduğu ayetler. Bize olan sevgisi, insanlığa olan kininin yakıtı oldu her daim ve bizim için geçti bütün basamaklarından esfele safilinin. Bu yüzden karşısında eğilmeyen hiçbir baş, el pençe divan durmayan hiçbir ele müsademiz yoktur. Çünkü yoktur diğerlerinin arasında böylesi. Buyrun varsa söyleyin “one minute” diyerek bizi ayakta tutan başkası? Bize ihtiyacı olduğunu açıkça ifade ettiği halde halâ namaz kılan bir başkası daha var mı bu topraklarda?
Söyleyin var mı Allah c.c. derken kendini kasteden ve din, iman diyerek yeni bir din inşa edebilen biri daha aranızda? Aynı anda Hem Firavun, hem Karun, hem Bel’am, Hem Haman, Hem Nemrut, Hem Muaviye olabilen biri daha var mı aranızda? Toplasak gelmiş geçmiş bütün atalarınızın ve sizin zulmünüzü ve koysak terazinin bir kefesine, o’nun bir tek icraatinin yerini tutabilir mi söyleyin bize? Ne yaptınız bizim için? Vurdunuz, kırdınız da ne oldu? Yıkılınca şahınız “kırıldı çenemiz” bizim. “Bi halt yapamayan” önderlerinizin sözden başka ne faydası oldu? Halkların bize karşı öfkesini arttırmaktan başka?
Oysa o böyle mi? “Önce yürekleri işgal etti” ve sonra o yüreklerle saldırdı diğerlerine. “Papaz elbisesini bile giymeye hazır” vazife bilinciyle çıkınca meydana, duymak istediklerini duyurdu halklara ve o halkların sultanı oldu daha rahat ezebilmek için bizim adımıza. Düşünün hanginiz sarayınızı bu kadar yokluğun üstüne alenen inşa edebildiniz ve yokluğun muhataplarını o sarayın kendilerinin olduğuna ikna edebildiniz? Hanginiz yollar, hastaneler, köprüler ile soyarken beyt-ül mali uyuşturabildiniz zihinleri? Hanginizin dilinden hakaret çıkarken halka, o halk(!) size minnet duydu söyleyin? On dakika önce söylediğinizi, on dakika sonra bütün pişkinliğinizle hanginiz inkar edebildi ve bunu halka kabullendirebildi söyleyin? Milllete “ana avrat” söven uşaklarına, milletin gözüne sokarcasına hanginiz verebildi ihaleleri? Hanginiz şehirlerini yerle yeksan ederek boşaltıp bize yer açabildi? Hanginizin mesajı okunurken gıyabında saygı duruşuna geçildi? Bunları biz bile yapamamıştık ki siz yapabilesiniz.
O halde bu kıskanma(!) neden? Neden çekemiyorsunuz “uzun” “usta”mızı? Neden üzüyorsunuz(!) kendisini? Yüzlerce yıldır sizden beklediklerimizi o gerçekleştiriyorsa neden hased(!) ediyorsunuz? O bizim baştacımız, varlığımızın ürünü, yegane meyvemiz, kökümüzün ağacı. O bizim vuran elimiz, konuşan dilimiz, gören gözümüz, duyan kulağımız, düşünen beynimiz. O bizim velimiz, bizden olan nefsimiz, kardeşimiz, vasimiz. Canımız, ciğerimiz, ruhumuz, benliğimiz. O bizim buzağımız. Secde edin O’na ve O’na uzanan el bize uzanmıştır biliniz. O’nu eleştiren dil bizi eleştirmiştir, O’na kin besleyen kalp bize kin beslemiştir. Biz O’nunla bir vücudun azaları gibiyiz. 100. yılımızda O’dur bizim önderimiz. Düşünün ki ilk deccali, O’nun gelişini sağlayacak sistemi kurması için göndermişiz. Saygılı olun. İtaat edin. Kıskanmayın(!)…”
siyasetmektebi.com