Kur'ani SiyasetSon Yazılar

KİMDİR MUSTAZAF? “SEÇEN” Mİ YOKSA MECBUR OLAN MI?..

Zulmün huzur bulduğu diyar olan atalet ve sorumsuzluk dünyasının temel taşları hep bahanelerle inşa edildiği için bu temele saldıran bütün Peygamberler a.s. ve önderler zalimlerin fiili saldırılarına maruz kalmış ama bundan daha acısı ise zulme uğramayı kaderleri telakki edenlerin suskunluk ve zilletleriyle de mücadele ederek hem vakitlerini hem de enerjilerini harcamışlardır. Üstelik asıl düşman, zulmettiklerinin bu suskunluk ve kabullenişleri üzerinden saltanatını güçlendirip azdıkça, hakkın ve adaletin temsilcilerine daha fazla isyan ve itirazda bulunabilmiştir.

“Sükutun ikrardan geldiği” bir aleme musallat olan bu zalimlerin, zulümlerini meşrulaştırmak için yaydıkları çaresizlik ikliminde ihanet, gasp, soygun, sömürü ve katliam, küfür ve nifak ağacının meyveleri olarak sürekli rüku halinde dolaşan zelillere sunulmuş ve böylece mütekebbire karşı dik durmaları gerekirken o kibre aşık olan zavallıların ruhlarında aşağılık duygusu yeşermiş, bu duygu bir süre sonra “zayıf bırakılmayı” kanıksamış bedenlerin yegane hissiyatı haline gelmiştir.

Hal böyle olunca diri gibi görünen ölüler yeryüzünde bulundukları yerlere adeta mıhlanmış gibi hem de özgür iradeleri ile hapsedilmişler, üzerlerine yağan bela ve musibet yağmurlarını rahmet zannetmişlerdir. “Bu günümüze de şükür” cümlesinin hangi günde niçin kurulduğunu dahi bilemeden yaşadıkları her türlü zulme her gün şükreden bu yeni türün varlığı ile “zulme rıza ve şükür dininin” temelleri saraylarda yetişen bel’amlar tarafından atılmıştır. İlginç bir şekilde kısır döngü haline gelen bu sapkınlık bel’amların varlığıyla yayıldığı gibi, “şükredenlerin” varlığıyla da her daim diriliğini korumuştur. “Fasık ve zalim bir sultana” itaatin farziyetinin ciddi ciddi tartışılıp kabullendirildiği bir dünyada temeli “isyan” olan hak dininin görüntüsü “ne olursan ol yine gel” cümlesiyle değiştirilip (ki aslında bu cümlenin kuruluş amacı da bu değildir) kalplerin kapıları her türlü ihaneti alenen yapan zalimlere açık bırakılmıştır.

Tüm bunlar olurken böyle bir zilleti benimseyenlere cennet pazarlayan cübbeli cübbesiz münafıklar da boş durmamış, sahiplerinin saltanatlarını korumak adına cehaleti ilim diye, cehalet ile ilmin arasındaki farkı bilemeyenlere sunarak sarık ve cübbeleri ile elde ettikleri dünyalıklarının tadını çıkarmışlardır. Bunların kendileri iman etmedikleri cenneti, kendilerine iman edenlere öyle bir pazarlamışlardır ki o cennete hakk ve hakikatin savunucusu olan izzet ehlinin girme ihtimali yoktur. Çünkü bu cennet öyle bir cennettir ki bu dünyada ne kadar zelil olursanız oradaki makamınız yükselecektir ve bu dünyada ezilmek, aşağılanmak, horlanmak, sömürülmek ve cahil bırakılmak gerekir ki öteki dünyada huzur bulunabilsin.

Bu tahrif edilmiş dinin aslında özü dünyayı zalimlere bırakmaktan ibarettir. Yani bu din müminlerine şunu izah etmektedir; bu dünya zalimler için yaratılmıştır, Allah c.c. bunca nimeti zalimler daha fazla zulmedip kan döksün diye onların hizmetine sunmuştur ve siz kölelerin varlıklarının yegane amacı, sarayların şatafatlarının devamını sağlayarak o sarayların itibarlarıyla övünmektir. Bu zalimler Allah’ın c.c. (haşa) kendilerine bahşettikleri tüm bu nimetlerden lutfedip de sizlere kırıntılar sunarlarsa hemen bunlara minnet duyup “padişahım çok yaşa” demeniz, hele bir de asgari olarak geçinmenize müsade etmişlerse, kendilerinin lüks araçlarıyla geçecekleri ve sizlerin ancak onların geçişlerini izleyebileceğiniz yollar, köprüler yapmışlarsa onları ilah, peygamber, paşa, muhtar vs. kabul etmeniz dininizin mümini olma şartıdır.

Peki İslam nazarında durum böyle midir? İslam bu dünyayı zalimlere bırakmayı mı bize emretmiştir? İslam zayıflığa övgüler mi dizmektedir yoksa güçlenmeyi mi esas almıştır? Her “çaresizi” İslam çaresiz olarak kabul etmekte midir? Rıza ve şükür İslam’a göre kime sunulmalı, neye razı olunmalı, hangi güne şükredilmelidir? Cennet zulme rıza gösterenlere mi yoksa ona direnenlere mi aittir İslam’a göre? İslam zayıflığı “seçen”i mi yoksa bütün çabasına rağmen o zayıflıktan kurtulamayanı mı mazur görmektedir?

Elbette ki “zalimler yakında nasıl bir inkılapla devrileceklerini göreceklerdir”(Şuara 227) ve “zalimlere meyletmeyin yoksa ateş size de dokunur”(Hud 113) gibi ayetlerle insanları inkılaba, direnişe çağıran ve zulmedenlerden beri olmak gerektiğini beyan eden İslam’ın, Allah’ın c.c. “insan”lar için yarattığı dünyayı insanlıktan çıkmış zalimlere bıraktığını söylemek ihanetten ve nifaktan başka bir şey olmayacaktır. Ayrıca Allah’tan c.c. başka her türlü kanun koyucu iradeyi red eden ve bunlara isyanı Allah’a c.c. imanın şartı bilen (Bakara 256, Nahl 36) ve Allah’ı c.c. iman edenlerin, şeytanı ise inkar edenlerin, zulmedenlerin, zulme rıza gösterenlerin dostu, velisi ilan edip (Bakara 257) bunlarla savaşmayı müminlerine farz olarak sunan (Nisa 76, Enfal 39), bunu yapabilmek için de maddi olarak da güçlenmek gerektiğini beyan eden (Enfal 60) bir dinin zayıflığa övgüler dizdiğini iddia etmek ise ancak sarayların dehlizlerinde nifağın karanlığına sığınanların ifrazatları olacaktır.

Her emri ile insanlara izzet ve şeref bahşetmeyi, onları insanlıklarının farkına vardırıp yeryüzünün halifeleri ve yegane sahipleri kılmayı amaç edinen İslam işte tam da bu yüzden zulmü ve zulme rızayı bir tutmuş, hem zulümden hem de zulme rızadan kurtulmanın zaruretini izah etmiştir. İslam, izzetin ve şerefin Allah c.c. ve dostlarının yanında bulunduğunu beyan ederek dünya menfaatleri için zalimlerin karşısında eğilmeyi kınamış böylece asil olduğunu unutan ruhlara asaletlerini yeniden kazandırmıştır. Müstekbirlere karşı savaşmayı ve mustazaflara yardımcı olmayı, yeryüzünden zilleti, küfrü, zulmü kaldırmak için bizlere farz kılan İslam, bunu yapmaktan imtina edenleri “Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?”(Nisa 75) ayetiyle sorguya çekmiş hesap gününde de bu sorguya muhatap olacaklarını bildirmiştir.

Fakat burada dikkat edilmesi gereken noktalardan biri de ayette geçen “zayıf bırakılmışlar” ibaresidir. Evet, İslam izzetin dini olarak “zayıf bırakılmışlara” yardımı bize emretmiştir ama “zayıf kalanları” veya zayıflığı kabullenenleri” ise kınamış ve “mustazaflığın” bir “seçim” veya tercih değil bir “mecburiyet” ve dayatma olduğunu izah etmiştir. Yani İslam kendi suskunlukları ile ezilmişliği benimseyenleri mustazaf olarak kabul etmemiş aksine “Melekler kendi nefislerine zulmedenlerin hayatına son verecekleri zaman derler ki: “Nerde idiniz?” Onlar: “Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (müstaz’aflar) idik.” derler. (Melekler de:) “Hicret etmeniz için Allah’ın arzı geniş değil miydi?” derler. İşte onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü yataktır o?” (Nisa 97) ayetiyle akıbetleri hakkında uyarmıştır. Ki bu ayette direnmeyen, var olan zulmü benimseyen, zalimlerden zalimler beğenip onlardan birini “seçen”ler, “kendi nefislerine zulmedenler” olarak tanımlanmıştır. Yani bunlar zalimlerin zulmüne sessiz kaldıkları için ve “geniş olan Allah’ın c.c. arzında hicret etmedikleri için” en azından kendi nefislerine karşı zalim olmuşlar ve cehennemi hak etmişlerdir.

Bu durumda olanların hiçbir mazaretlerinin kabul görmeyeceği ” Za’fa uğratılan (müstaz’af)lar, büyüklük taslayanlara derler ki: “Eğer sizler olmasaydınız, gerçekten bizler mü’min (kimse)ler olurduk. Büyüklük taslayanlar, za’fa uğratılan (müstaz’af)lara dediler ki: “Size hidayet geldikten sonra, sizi biz mi ondan alıkoyduk? Hayır, siz (zaten) suçlu, günahkarlardınız.”(Sebe 31-32) ayetleriyle ortaya konmuştur.

Kaldı ki her insanın öyle ya da böyle bir gücü muhakkak vardır. Mesele bu gücü kullanıp kullanmamaktadır. Haktan haberdar kıldıktan sonra kendisine verilen gücü görmezden gelip onu kullanmayan, “bir kötülük gördüğünden en azından ondan buğzetmeyenlerin” “zayıf bırakılmışlık iddiası gerçeği yansıtmayacaktır. Çünkü zayıf bırakılmışlık ile sorumluluktan kaçma arasında kalın bir çizgi vardır ve dünyalarını korumak için zayıf bırakılmayı “seçen”lerin akıbeti ahirette gücüne saygı duydukları zalimlerle birlikte olmak olacaktır.

Oysa gerçek mustazaflık ve çaresizlik insanı eyleme teşvik eder, bu çaresizliğin nedenlerini keşfetmeye teşvik eder, nedenleri keşfedilen çaresizlik dirilişin ve direnişin temelini atar, “insan” bu zayıf bırakılmışlıktan” kurtulmak için kendisini zayıf bırakanların tahtını sarsma bilincine ulaşır. Çünkü derdin varlığının bilincine varmak o derdi çözme hevesi ve gücünün oluşmasını sağlar.

Bundan sonraki süreç ise “direnişte geçen her güne şükretmek”, bu yolda başa gelen musibetlere sabretmek, Allah’tan c.c. gelen her şeye rıza göstermek ile şekillenecek ve şükür, sabır ve rıza hapsoldukları nifak hücresinden layık oldukları mümin kalbine doğru yola çıkacak, asıllarına ve özlerine kavuşmuş olacaklardır ve gerçekten mustazaf olanlar işte bu noktadan sonra “Biz ise, yeryüzünde mustazaflara lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mirasçılar kılmak istiyoruz”(Kasas 5) ayetiyle onurlandırılıp, izzet ve şeref sahibi kılınacaklardır…

siyasetmektebi.com

Etiketler

İlgili Makaleler

Bir Yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

 
Başa dön tuşu
Kapalı