KİM HAKLI?..

Herkes haklı. Adeta bir Nasreddin Hoca fıkrasında yaşıyor gibiyiz. Cehaleti yudum yudum zihinlerine çeken ve ilimle bağları izledikleri filmlerden ibaret olanların dünyasında, haklı olanların enflasyonu tavan yapmış durumda. Hangi delili sunarsak sunalım “diğerleri de ayet, hadis sunuyor” cümlesinin muhatabı olduğumuz için, herhangi bir konuyu izah etme şansımız alınıyor elimizden. Fikir dünyaları henüz oluşmadığı için ve fikir edinmeden önce kullanmaları gereken süzgeçlerden yoksun kaldıkları için bu halkın bireyleri, kendilerine anlatılan her şeyi doğru, sunulan her yazıyı delil olarak telakki etmekte, araştırma yollarından ve araçlarından uzaklaştırıldıkları için de bu bilgileri “sağlama” imkanından yoksun bulunmaktadırlar. Hal böyle olunca, sesi daha gür çıkanın ve elinde daha güçlü medya araçları bulunanların “haklı” olma ihtimali halkın nazarında artmakta ve en iyi ihtimalle bize yönelik “sen de haklısın” cümlesi kulaklarımızda yankılanmaktadır.
Öyle ki “hak” eğer bir şehir olsa herkes hemşehri olacaktır. Çünkü ilmi ve dayanağı olsun veya olmasın herkes kendi cehaletinin veya aldanmışlığının verdiği kibirle ya bizatihi kendi “haklı”, ya da aklını, ruhunu peşkeş çekip takip ettikleri “haklı”. Havada dolaşan burunlarından dolayı görmedikleri arzda neler olup bittiğini dahi, kendilerinin kulağına fısıldayan şeytanlardan öğrenip, bu öğrendiklerini “hak” diye tanımlayanların kulakları dolmuş olduğundan, sesimizi işitme ihtimalleri de kalmamaktadır. Erkek deveyi dişi deve diye tanıtanların ardın sıra gidip savaşa girecek kadar kendilerinden geçenlere ne “yazılı Kur’an” ne de “konuşan Kur’an” kâr etmemekte, bu tipler Kur’an’ı mızraklara takmak için kullanılabilecek bir hile aracı olarak görmekten öteye geçememektedirler. Bulanık suyun balıkları haline geldikleri için zalimler tarafından avlanmaları kolaylaşanların, fikren özgür yaşama ve “hakkı” tanıma ihtimali de kalmamaktadır.
Bu yüzden zalimlerin ve özellikle de zulümlerini nifakla örtmek isteyen süfyanilerin hüküm sürdükleri yerlerde “hak”, “batıl”ın sıra arkadaşı olmakta veya halka sunulan uyuşturucuya “batıl” ile birlikte hammadde olarak hizmet etmektedir. “Batıl” ile karışan “hak”, artık saflığını yitirdiği için “hak” olmaktan çıkmakta ve batılın bir parçası haline gelmektedir. Böylece geldiği yerlerde batılın ortadan kalkmasına neden olacak “hak”, süfyanilerin eliyle batılın ayakta kalmasını sağlayan en önemli araç olmaktadır. Zihinleri ve vicdanları sürekli taarruz altında bulunan halk ise kendine sunulanın “hak” olduğunu zannederek, süfyanileri neredeyse son nefeslerine kadar savunacak bir sapmaya maruz kalmaktadır.
Peki böyle bir ortamda ne yapılması gerekmektedir? Herkesin “haklı” olduğunu düşündüğü bir dünyada gerçek “hakkı” nasıl belirleyebilir ve insanlara nasıl sunabiliriz? “Hak” ile “batılı” ayıran çizgi nedir ve hakkı batıldan kurtarmanın yolu var mıdır? Acaba zalimlerin saldığı ve mazlumların içine çektiği bu zehirli hava gerçekten de bütün idrakleri köreltebilmiş midir, yoksa her insanın içinde gerçek “hakkın” izleri bulunmakta mıdır? Hakkın kriteri nedir? Ve bizlere sunulanın hak olduğunu anlamamızı sağlayacak olan bir mihenk taşı var mıdır?
Bu soruların ve aslında yukarıda yazılan bir çok sıkıntının cevabını ilim şehrinin pınarlarından doyasıya içmiş ve o şehrin her sokağında ömrü boyunca yürümüş olduğu için şehrin anahtarlarını elinde bulundurmaya ve şehre giriş kapısı olmaya liyakat kazanmış olan İmam Ali (a.s.) çok mükemmel bir tespitle vermiştir. İmam Ali (a.s.) “hakkı tanı ki ehlini de tanıyasın” buyurarak, kimin haklı olduğunu merak edenlere, içinde bulundukları karanlıktan çıkacakları ışığı sunmuştur. Hakkı kişilerle tanıma derdine düşmüş olanların düştükleri çukurdan çıkmaları için sunulmuş bir iptir bu söz. Bu söz “hakkın” kendisinin ona meyledenleri haklı yaptığını, “hakkın” haksızla beraber olamayacağını vurgulayarak, herkesin haklı olma ihtimalini ortadan kaldırmakta ve süfyaniler tarafından oluşturulan sisin dağılmasına neden olmaktadır. Her daim haktan bahseden ve haktan yana olduklarından dem vuranların sığındıkları nifağı yerle yeksan eden ve deyim yerindeyse “inlerine girerek” saltanatlarını yıkan bu söz, bizlerin halka hakikati nasıl ulaştırmamız gerektiğine dair ipuçları da barındırdığından günümüzde daha fazla anlam ihtiva etmekte ve değer kazanmaktadır.
Çünkü hakkı batılın elinde kurtarmak ancak onun ayan beyan tanıtılması ile mümkündür. Ve tüm batıllıklarına rağmen hakkı kafeslerinde esir tutanların foyası ancak hakkın saf,arı ve duru yapısı tanındığında ortaya çıkacaktır. Hak tanınınca batılın uşaklarının maskesi düşecektir. Sürekli kötüleyerek halkı uzak tuttukları hak aşıklarının kıymeti anlaşılacak ve hak ancak bu hak aşıklarının elinde değer kazanacaktır. Hak tanınınca batıl tanınmış olacaktır. Herkesin haklı olmadığı hakikati o zaman gün yüzüne çıkacak ve tevhide aykırı bu hal ortadan kalkacaktır ki hak yalnızca bir tanedir ve tektir. Çok olan batıl, sadece hakkın rengine bürünmüştür ve sadece bilinç yağmuru, o rengi batılın üzerinden almaya muktedirdir.
O halde ne yapılmalıdır? Hak insanlara nasıl sunulmalıdır? Gerçek hak nasıl tanıtılmalıdır ki sahtesi ortaya çıksın? Bu noktada metod ve usul devreye girmekte ve halka karşı yaklaşım halkın hakkı ve batılı ayırt etmesinde çok önemli bir rol üstlenmektedir. Kanaatimizce halka hakkı dikte etmek ve sürekli olarak anlattığımız hakka bağlanmalarını istemek çoğu zaman ters tepki oluşturduğundan bu metod işe yaramamaktadır. Halka “hakkı” anlatmak yerine halkın “hakkı” anlatmasını sağlamak, itiraz kapılarını da kapatmış olacaktır diye düşünmekteyiz. Sürekli olarak tartışma ortamlarında kendisine dayatılana “hakta” olsa bağlanmayan halkın, kendi tarif ettiği “hakka” isyan etme şansı yoktur zira. Öyleyse hakkın tanımını halka yaptırmak esastır. Henüz süfyanilerin istediği ölçüde haktan uzaklaşmamış olan ve İslamla imani bağını tüm tahriflere rağmen koruyan halkın, tarif edeceği hak, asla ve asla İslam’dan farklı olmayacaktır. Tam olarak izah edemeseler bile hakkı anlatırken illaki Resulullah’tan (s.a.a.) bahsetmek, Kur’an’a değinmek zorunda kalacaklardır. Hele hele az çok bu tür mevzulara yatkınlığı olan mürekkep yalamışların bir çoğu, hakkı anlatırken delillendirmek adına Resulullah’ın (s.a.a.) siretine başvuracaklardır. Başvurmadıkları zamanlarda sorularla onları yönlendirmek hem onların hakkı izah etmelerine hem de hakkın ortaya çıkmasına yardımcı olacaktır.
Tıpkı Sokrat’ın okuma yazma bilmeyen bir köleye, sorular sorarak geometri problemini çözdürmesi gibi, sorduğumuz sorularla halkın uyuyan vicdanını ve zihnini uyandırmak ve “hak” bildiği “batılın” gerçek yüzünün farkına varmasını sağlamak önemlidir. Bunu yaparken hiçbir şey bilmediğimiz izlenimini verebilirsek başarı şansımız daha da büyüyecektir. Hatta kimi zaman “siz daha iyi bilirsiniz” ile başlayan cümleler karşı tarafın inat setini kırmakta ve hakikate uzanan yolda seyretmelerini kolaylaştırmaktadır. Tecrübelerimizden sabittir ki süfyanileri aklayıp paklayanlar dahi bu metod sonucunda “Allah’ın (c.c.) indirdikleriyle hükmetmeyenlerin kafir olduklarını” itiraf edip, bu tür kafirlere ve sistemlerine değil oy vermek, onlara selam dahi vermenin ve sistemlerini kabullenmenin de küfür olacağını itiraf etmişlerdir. Hatta sadece Resulullah’ın (s.a.a.) siretinden bahsettiğimiz vicdanı körelmemiş gençler, kendilerini İslami hareketin önderi sayan kimilerinin yaşantılarına bakıp, daha önceden sempati duysalar bile bir anda onların nifağını anlamış ve onlardan beri olduklarını itiraf etmişlerdir.
Velhasıl halkla girdiğimiz dialoglarda madem ki derdimiz “hak”tır, bu “hakkı” halka söyletmek en iyi metodtur. “Hak” ikrar edildiği andan itibaren de günümüzle bağlantısının kurulması için gerekli yönlendirmelerinin yapılması bir çok sorunun ortadan kalkmasına neden olacaktır. Resulullah’ın (s.a.a.) “hakkın” kriteri ve mihenk taşı olduğundan ve Kur’an’ın “hakkın” yazılı hali olduğundan kimsenin şüphesi olmadığına göre, hiçbir yorum yapmadan devletin,idarecinin,sistemin,dostun ve düşmanın tanımını sorularla halka yaptırmak ve hakkın gün yüzüne çıkması sağlamak elzemdir. İşte o zaman “hakkı” tanıyanlar haklıyı da tanımaya ve aramaya başlayacak ve hak kılığına girmiş batıldan uzaklaşacaklardır. “Ak” ile “kara” arasındaki fark ortaya çıkacak, saraylar inşa edenlerle, o sarayları yıkmak üzere gelen İslam arasındaki görece bağ kopacaktır. O zaman şahıslar değil inanç kutsanacak ve inanç şahıslara göre değil, şahıslar inanca göre değerlendirilecektir. Ve o zaman geçmişin Muaviyesi ile bugünün ki arasında bulunan ilişki ortaya çıkacak, geçmişte yalnız kalan Ali (a.s.), bugün yalnız kalmayacaktır.
siyasetmektebi.com