‘KERBELA’DAYIZ , İMTİHANDAYIZ…

“İman ettik demekle sınanmadan bırakılacağımızı sandığımız”(Ankebut 2) bir dönemdi. Çok cefa(!) çekenlerin artık sefa sürmelerinin vakti gelmişti nefislerinin zannınca ve cefa çektirenlerin iman(!) edip tahta geçtiği bir devirde sefa mevsiminin müjdesiydi nifak rüzgarlarıyla tamahları okşayan. Dünyanın çokça çıkan sesi bastırmıştı “sur”un uğultusunu ve hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayanlar doldurmaya başlamıştı cihanı. Hakka kafa tutacak kadar hadsizleşen batılı cehaletin meyveleriyle beslerken saray sahipleri, “dişi deveyi erkek deveden ayırt edemeyenler” secdenin sahibine saldırıyordu ve mihrapta batıyordu güneş. “Hüküm ancak Allah’ın (c.c.) dır” (Yusuf 40) diyerek Allah’ın (c.c.) hükümlerine başkaldıranları uzaktan izlerken Allah (c.c.) düşmanları, düşmanları olan hakkın, hak adına aldığı darbelerle sağlamlaştırıyorlardı zulümlerini. Mızraklar Kur’an’ı korumuyordu artık. Kur’an mızrakların kinini saklıyordu “usta”ca tahrif edilirken meydanlarda. Ve desenli yılanların ataları ilk zehirlerini boşaltıyorlardı imanın zayıf düşürülmüş bedenine saraylarda kılınan namazlarla.
O gün “anam babam sana feda olsun” diyenleri fedai edinmişti yeşil saraylar. Ki tüm alemin kendisi için yaratılmış olduğu Nur’un (s.a.a.) soyu katledilirken ve gaspedilirken hakları suskunluk en değerli hazine sayılsın. “Fitne”den uzak durmanın bin bir türlü şeklini tarif ediyordu fitneciler ve her biri boyun eğmeyi kutsuyordu zalime karşı. Mazlum, hakkını aradığında zulmün sistemini bozmakla suçlandığı için yalnız bırakılıyordu gönüllü kölelerce. Hürriyeti ve izzeti, zillet ile değiştirmeye niyetli olanların zulmün gerçek yüzünü görmeleri için sulh eyleyen yalnızlığın İmam’ı (a.s.), yeryüzünün darlığından dolayı “yeraltından” yayıyordu hakkı. Ta ki “bıldırcın ve kudret helvası”(Bakara 57) yedikleri halde bu nimetin kıymetini idrak edemeyip “soğan ve sarımsağın”(Bakara 61) o pis kokusunun peşine düşenlerin uyansın idrakleri ve ruhları kendilerini zincirleyen şeytanları zincirlesinler uzak durarak dünyalıklardan. Ama hak gibi görünse de hakkın varlığına tahammül edemeyen batılın sabrı, güçlenince saltanatı tükendi ve hak, bir kez daha batıla secde edenlerin gözleri önünde katledildi.
Derken öyle bir devir geldi ki zulüm attı bütün maskelerini ve alenen indi meydana. Artık nifak tahtını küfre teslim etmeye hazırlanıyordu, yıkılmış putların bir bir inşa edildiği bu dönemde. Ne dönemdi o. Onca asırdan sonra ancak bugün geçebildi zalimler “usta”lıkla o dönemdeki zulmü. Öyle bir devirdi ki “şarap” ve “fuhuş” ehli “halife” oluyordu ve cenaze namazı kılınıyordu İslam’ın “fatihası” okunarak. Hiçbir değerin kalmıyordu değeri değersizlerin iktidarında ve “haramlar helal kılınıyordu”. Resulullah’ın (s.a.a.) “minberinde görüldüğünde öldürülmesi gerekenin” oğlu o minberin Sahibi’nin (s.a.a.) torunundan biat istiyordu utanmadan. Fısk-u fücur coşuyordu saraydaki şen şakrak sofralarda ve bu sofraların sahipleri korkuyordu hakkın ellerindeki batılı yok etmesinden. Çünkü su dökmenin israf, kan dökmenin ise ibadet sayıldığı bir devirdi. Ve kan dökenlerin döktükleri kan ile abdest alarak var olmaları gerekirdi. Her itiraz zulme bahaneydi, her itiraz katliamın nedeniydi.
Böyle bir çağda kıyama kalktı hakikat ki “din ağacının” kurumaya yüz tutmuş kökleri beslensin kanıyla. “Zinazade oğlu zinazade”nin zillet ve ölüm arasında tercihe zorladığını gördüğünde tek bir söz ile sarstı bütün sarayları ve ihya etti bütün asırları; “Heyhat minezzilleh!”. Ne nasihatler uçuştu o andan itibaren havada, zillet ne tür libaslar giyip çıktı hakkın karşısına bilir misin? “Hüseyin öldürülecektir, halk ona yardım etmekten el çekerse zillet ve hakirliğe düçar olacaktır” hadisini nakledip, batıla biat etmeyi bu hadise dayanarak İmam’a (a.s.) teklif edenlerin, İmam’ın (a.s.) ölümün celladı olduğunu farkettiklerinde O’nun (a.s.) bedenini öptüklerini ama hemen ertesinde gidip zulme biat ettiklerini bilir misin? Hatta o mübarek bedeni öpen dudakların zillet kokan sözler ile Haccac’ın ayaklarını biat için öptüklerini bilir misin? Bilir misin başlarının ağrımasından korkanların bunu önlemek için başlarını vermeye niyetli olanlara nasıl karşı çıktıklarını? Veya nice ilmi yüklendikleri halde şehadeti yüklenmeye takatleri olmayanların onlarca analiz ile İmam’a (a.s.) kaçmayı teklif ettiklerini bilir misin? Ya da isimleri tarihin sayfalarını süsleyenlerin kendilerini süsleyecek izzetten ne kadar mahrum kaldıklarından haberin var mı?
Kabe’ye kurban olmayı değil, onu kendilerine kurban etmeyi amaçlayanların İmam’ın (a.s.) Mekke’nin saygınlığını korumak için yarıda kestiği Haccı, kendi dünyalıklarını(!) korumanın aracı kıldıklarından haberin var mı? “İslam’ı siper edinenler ile İslam’a siper olanların” aynı dine iman etmediklerini farketmedin mi halâ? Oysa İmam (a.s.) biliyordu onların hem bildiklerini hem de bilmediklerini. İmam (a.s.) kendi canıyla ve cananlarıyla imtihan ediyordu ümmeti ve İmam (a.s.) bütün varlığıyla yok olmaktan koruyordu İslam’ı. Atasının (a.s.) yerine kurban olmadan hemen önce İslami ve insani bütün değerler için, kesiyordu kurbanlarını herkesin gözleri önünde. Hüccet, hüccet olalı böyle tamamlanmamıştı hiçbir devirde. Çöller böyle bir misafiri ağırlamamıştı hiçbir zaman. Mecnunların bastığı zerreler mecnunlaşıyordu İmam’ın (a.s.) aşkı ile ve Fırat utanıyordu halâ aktığı için. Nur, kan olup sızarken yeryüzünün damarlarına, izzetin tohumları ekiliyordu ümmetin bilinçaltına ki 1300 yıl sonra bile olsa yeşerip filizlensin. İmam (a.s.), İmam oluyordu kanıyla öğretirken İslam’ın nasıl korunacağını bizlere ve yol gösteriyordu yeni yetme yezidlerin karşısında ne yapacağını bilemeyenlere.
İşte böyle bir devirde atıldı temeli İslam İnkılabının. En temiz kanlar ile sulandı gül bahçesi ve şehitler yeşerdi gülistan da bugün. İmam’ın (a.s.) yolundan giden İmam’ın (r.a.) atasından miras kalan izzet ile kalktığı kıyam alt üst etti şahlaşan Yezidleri. “Yeryüzünde sığınılacak bir yer olmasa bile yine de Yezid’e biat etmeyeceğim” diyen İmam’ın (a.s.) sesi 1300 yıl sonra “eğer hiçbir ülke beni kabul etmese bile bir gemiye binip denizin ortasında şaha karşı mücadeleme devam edeceğim” şeklinde yankılandı ve bu kez zulümden bağrı yanmışların “lebbeyk” sedası kapladı asumanı. Ayak öpenlerin torunları Şah’ın karısının elini öperken “bağiy” oluyordu hak batıla karşı. Kufe ehlinin soyu kurumasa da nifağı kurumuştu artık. Mektup yazılmadı İmam’a (r.a.). O kurban olmadan önce kurban oldu nice can imtihanın anlamını idrak ederek. İhanet ehlinin tedbir maskesi düşürüldü şehadet ile ve Kerbela yeniden dirilişin arzı oldu yüreklerde.
Ve bugün Kerbela genişliyor durmadan ve aşura uzuyor hiç bitmeyecekmiş gibi. Ama bu sefer güneş hakkın üzerine doğarken gece batılı kuşatıyor tüm soğukluğuyla. “Bıçak” olup zulmün şahdamarını kesenlerin “heyhat” deyişleri inletirken yeri göğü, kurşunlar boyun büker oluyor cesaretin karşısında. Tankları, topları dize getirenlerin dizleri üzerine düşerken bile eğilmiyor başları zalimlerin önünde. İmam’ın (r.a.) varisinin rehberliğinde ilerleyen kervan hedefe çok yaklaştı. 1300 yıldır sabreden dünya son çeyreğe ulaştı artık. Şahit olduklarımız son demleridir yezidlerin, son fitneleridir saray sahiplerinin. Birikmiş öfkenin muhatabı olanların Kerbelanın hesabını verme vakitleri geldi ve geçiyor bile.
O halde nerdeyiz, ne haldeyiz, kiminleyiz farkında olma zamanıdır şimdi. “Gel” deyip de kaçacak mıyız yoksa zaten şehadete aşık olanların kervanına biz de katılacak mıyız? Övecek miyiz hakkı batılın ayağını öpmeye niyetli olarak veya siper edecek miyiz İslam’ı kendimize, elde tutmak için dünyalıklarımızı? Amr b. Kays gibi canımızı kurtarmak şartıyla mı biat edeceğiz İmam’a ve en zor anda terk edecek miyiz arkamıza bakmadan? “Feryadını duyup ta olumlu cevap vermeyenlerin yüzüstü cehenneme atılacağı” İmam’ın çağrısına hangi “ama”lar ile itiraz edeceğiz halâ? Bugün hakkın yanında olmayanın yarın batılla haşrolacağını ne zaman anlayacağız? Hakkın düşmanlarının sarayları ile Yezid’in saraylarının sütunlarının aynı olduğunu ne zaman fark edeceğiz?
“Kerbela”dayız, imtihandayız. Ya hakka zamanında “lebbeyk” diyeceğiz ya da batıla hizmet edeceğiz suskunluğumuzla. Ya netleşeceğiz ya da nifak gibi her rengi taşıyacağız üzerimizde. Bize ahiretimizi sunup bizden yeri geldiğinde canımızı talep eden hakka, başka türlü hizmet(!) edip kurtarmak istediğimizde canımızı, hakkın bize cevabı İmam’ın (a.s.) Ubeydullah b. Hürr-i Cufi’ye cevabı olacaktır -ki o da canını değil atını teklif etmiştir İmam’a (a.s.)-; “Bizim yolumuzda canını esirgedikten sonra artık bizim ne sana ihtiyacımız var, ve ne de atına.”
siyasetmektebi.com