KARA KITANIN KAPKARA YÜZLERİ…

Aç kurtlar misali geleceklerini garanti altına almak için plan yapan siyonistlerin, iki gün önce Fransa’da kendilerinden olan siyonistleri yine kendi uşakları vasıtasıyla öldürüp, onların kanları ile ömürlerini uzatmaya çalıştıkları sırada, bu her renge bürünebilen renksiz zulmün kara kıtadaki kara elleri kapkara bir gecede karaya bürüdü mazlumların umutlarını ve hayallerini. “Haram” ehlinin kin kusan namluları katletti, aç karınlarını yağmalanan haklarından arta kalanlarla doyurmaya çalışan garibanları da duyulmadı sesleri binlerce masumun on iki siyonist kadar. Tıpkı yıllardır uyum sağladığımız gibi milyonlarca mazlumun akan kıpkırmızı kanına, uyum sağladık ve umursamadık kara kıtadaki nur dolu parlayan gözlerin soluşlarına. Ki kırmızı sadece trafik ışıklarında durdurmakta bizleri ama kanın kırmızısı kesmemekte süratimizi dalarken dünyalıklara.
Silinirken köyler haritalardan silinmekte vahşetin dehşetli yüzü hafızalardan, duyarsızlık iklimine tutulmakta yüreklerimiz ki sahte baharların uyuşturan serinliği unutturmakta sürüklendiğimiz ateşi. Yine sayılara sığmakta koskoca ömürler ve umutlar, yine rakamlardan ibaret sayılmakta yitirilen canlar. Bizden uzakmış gibi algılatılmakta vücudumuzun parçaları ve acısı vurmamakta yüreklerimizi. Bir cümle ile silinmekte binlerce romanlık hayatlar yeryüzünden ve bir cümle özetlemekte “siyonizm” diyerek belayı, kainatin başına musallat olan. Gün yüzünü görmemiş olan kıtanın gün görmemiş mazlumlarının kaderi olmakta kölelik, sürgün veya ihanet ki beyaz ellerin kesemeyeceğini kesmekte kararmış yüreklerin hükmettiği siyah eller. Var edildikleri topraklarda hayattan sürülmüş olarak yaşamak zorunda kalanların gözyaşları yeşertmekte kurumuş arzda vahaları ve o vahalara düşman olanlar saldırmakta kurumuş dudaklardan çıkan feryatlara. Çünkü o feryatlar büyümekte ve o feryatlar sarsmakta bembeyaz sarayları.
“Öz yurtlarında garip öz vatanlarında parya” olanların sömürülmüş zenginlikleri üzerine kurulan yeni dünya düzeninin temellerinde vardır zaten eski dünyanın toprağa karışmış halklarının ah-u zarları. Kadim bir histir yalnızlık ve acı kara kıtanın halkları için. Aslında Kabilden itibaren varlığını ilan eden ve Samiri ile yüzündeki maskeyi indiren siyonizmin varlığıdır tüm yeryüzündeki acı ve kederin kaynağı ki yeryüzü bu utancı taşımaktan artık yorgun düşmüştür. Ne solunan hava eski havadır ne de iklim eski iklim. Uzaklaşarak değiştikçe insanlık insanlığından, değişmekte yaşam ve ölüm hayat adını almakta yiyip içenler dünyasında. Bu yüzden ölüm kurtuluş iken zulmün cirit attığı kara kıtada, yaşam ölümdür vahşetin kuyusunda debelenen beyazlar diyarında. Yaşamın kaynağını kurutanlar zevk alır dünyadan çünkü ve o kaynaktan uzaklaşanlar bekler ilahi adaleti sırat başında.
Adları ne olursa olsun tıynetleri aynı olan kara yüzlülerin varlığı perişan etmekte bugün varlığın kendisini. Simalarındaki kin anlatmakta kime hizmet ettiklerini ve ellerindeki satırlar yazdırmakta bunca satırı. Kaleme ve satıra andolsun ki o satır tutan elleri kesecektir mazlumların uyanan bilinçleri ve bu satırlar kör edecektir zulmün nefret ile bilenmiş satırlarını. Sürüyle toplanıp saldıran sırtların sırtlarındadır bu devrin günahları ve bu sırtlanlar sırtlamıştır siyonizmin sırıtan şımarık ağa babalarını. Ki ellerini kirletmeden uzatırlar yetimlerin boyunlarına ve sıkarlar kara eller ile o boğazları, doyurmak için kendi boğazlarını. Adına din diyerek ekerler küfrü topraklara ve biçtikleri ekinleri sunarlar karın tokluğuna köpekliğe hazır olanlara. Her köpek sadıktır sahibine ve her köpek necistir insanoğluna. Çaresizliği ve acizliği hücrelerine işledikleri mazlumları tek başlarına hizaya getirirken, uyananları uyutma görevini tevdi ederler yine aynı renge sahip uşaklarına.
Sahi Firavun da kara kıtanın zalimi değil miydi? O da boğazlamamış mıydı kundaktaki bebekleri? O da kurmamış mıydı saltanatını korku üzerine ve o da saldırmamış mıydı “artık yeter” diyen dillere? Firavun ve avanesi kaç köyü silmişti haritadan ve kaç mazlumu gömmüştü kara topraklara bilir misiniz? Kaç kadın dul kalmıştı, kaç çocuk annesiz? Kaç yiğit köle olmuştu kaç ocak sönmüştü bilir misiniz? Firavun da kesmemiş miydi iman eden sihirbazların ayaklarını ve ellerini? Onca gücün karşısına bir asa değil miydi çıkan? Bir Musa (a.s.) yıkmadı mı gönüllerde kurulu sarayları? Umudu yerden kaldıran Karun’u yere batıran değil miydi? Yeryüzünü mazlumlara daraltanı Nil nehrinde boğan kimdi? Kendi hanımını dahi kendisine isyan ettirecek cesareti yüreklere sokan kimdi? Nil hala akmıyor mu o kara kıtada? Ve yeniden ayrılmaz mı ikiye bütün mazlumlar hatırına?
Bütün bu karanlıkların ortasında, karardığında gece ve tan yaklaştığında görüyoruz güneşi ki Nemrut’un karşısında ki İbrahim (a.s.) gibi doğuvermekte ve doğudan almakta bütün nurunu. Bir değil üç İsmail’ini kurban verdiği için titretmekte şeytanı. Ateş çukurları hazırlanmakta, odunlar toplanmakta elleri kuruyasıcalar tarafından ve ashab-ı uhdud gibi mazlumlardan iman ile ateş arasında seçim yapmaları istenmekte. Heyhat! ki ateş hiç boş kalmamakta Hüseynilerin diyarında, imanı korumanın kor ateşi elde tutmaktan zor olduğunu bilenlerin avuçladığı ateş utanmakta ve gül bahçesine dönmekte. Acılar muştulamakta “fecr-i sadık”ı, acılar büyütmekte umutları. Bunca nurun parladığı kara diyarın kara kaderi değiştiği için kara eller beyaz fitnelerle devreye sokulmakta ve bahaneler oluşturulmakta parsellenmiş topraklardaki yağmalanmış malları korumak için. Kırk haramilerin kırdıkları testilerin haddi hesabı yoktur artık. Ve kılıflar gizleyememekte çanların çalındığı minareleri.
35 yıl önce artık meyvelerini aleni olarak veren şecere-i tayyibenin dalları uzanmakta şimdi hakikatin meyvesinden mahrum kalmışların diyarlarına. Açlıklar giderilmekte, sulanmakta kurumuş idrakler. Perdeler birbiri ardınca açılınca gözler aşina olmakta güneşe ve karayla ak birbirinden ayrılmakta farklı isimler ile adlandırılmış olsalar bile. Yarasalar kıvranmakta bugün. Hakka kapalı gözleri rahatsız olduğu için nurdan, güneşe düşman olmaktalar. Yarasalar mağaraların ehlidir. Her gün “girerler inlerine” ve gece çıkarlar avlanmak için. Gece sevdasıdır yarasaların. Gece, dünyalarının yaşam kaynağı. Gece gizler zulmü ve gece şerri barındırır en şedid haliyle. Gece örtüdür tıpkı küfür gibi, kapatır hakka giden bütün yolları. Gece karadır, kara “ak”tır, gecenin yarenleri için. Geceye dair bütün övgüleri bundandır, günü karartma dertleri bundan.
Alemin nurunun nurundan yansıyan İnkılabın ışığı yayıldıkça yeryüzüne daralmaktadır yarasaların yaşam alanları da bundan öfkelidirler bu nuru yayan nur yüzlülere. Ki bu yüzlerin rengi ne olursa olsun nurun yansıması parlatır simalarını. Bulundukları mekanlar aydınlanır, görünmeyenler açığa çıkar, zihinler aydınlanır. Neden, niçin, nasıl, kim diye sorgulamaya başlayınca mazlumlar, zalimlerin çehresi belirginleşir, yağmalanan servetler sahiplerine göz kırpar, ölmüş ruhlar dirilir ve namazlar kıyam ile başlar. Her tekbir yıkar zulmün saraylarının bir sütununu, her tekbir bir tağutun ölüm fermanı olur. Nefisler devrilir, korkaklık sürgün edilir, cesaret davet. Zillet idam edilirken izzet merhaba der iman ile birlikte gönüllere. Yani insanlar yetişir renkleri ne olursa olsun İslam’ın boyasıyla boyanmış olan ve insanlar yetişir insanlar yetiştirmek üzere insanlık düşmanlarına karşı. Kara gecelerin karanlık simalarının kara eller ile giriştikleri kara zulmün esas sebebi budur aslında. Kölelerin insanlaşması ihtimali onları ürkütür ve kölelerin köleleri aracılığıyla köle kalmaları için katliamlar tezgahlanır kara kıtanın Firavunu misali.
Ama devir değişmiştir. Ne “sen git Rabbinle beraber onlarla savaş” diyen bir ümmet vardır Musa’yı (a.s.) yalnız bırakan, ne de çaresizliği yudumlamaktan biçare kalmış ruhlar. Devir değişmiştir ve Musa (a.s.) Kızıldenizi yararken ümmet Musa’nın (a.s.) vücududur artık. Direniş cephesi asadır Kızıldenize dokunduğunda ikiye ayıran. Ve Kızıldeniz her kıtada her ülkede her şehirde akmaktadır bugün, yutacağı Firavunları bekleyerek. Güneş te doğdu zaten. Artık uyanma vaktidir…
siyasetmektebi.com