İSLAM FETİH DİNİDİR…

Süfyanilerin sağ ve sol ellerini birbirine çarparak ses çıkarmaya ve halkı çıkardıkları bu sesle meşgul etmeye çalıştıkları bir zamanda, sol elin parmakları ile iç içe yaşayan bir kardeşimizin kendisine, İslam’ın fetih mantığı ile ilgili olarak yöneltilen itirazlara ve sorulara cevap verebilmek veya en azından bu cevabın verilmesine katkıda bulunmak ve böylece İslami mücadeleye meyl eden kardeşlerimizin zihinlerinde ve kalplerinde oluşabilecek fitnelere engel olmak üzere bu yazımızda İslam’da fethin ve doğal olarak cihadın yerini irdelemeyi uygun gördük. Yazımızın başında hemen şunu belirtelim ki bu tür itirazlarla İslam’ı salt şiddet diniymiş gibi lanse etmeye çalışanların bizzat kendileri süfyanilerin oyuncakları olup haklarını savunduklarını iddia ettikleri halklara saldırırken ve ortada hiçbir delile ihtiyaç bırakmayan bunca somut örnek varken, bizler bu tiplerin İslam’a olan bu türden itirazlarını samimiyetsiz bulmaktayız. Zira ellerinden ateş çıkanların yangın söndürme gibi bir dertleri olamaz ki saldırganlıkta sınır tanımayanların bir başka inancı saldırgan olmakla suçlama hakları olsun. Bu yüzden yazacaklarımızın amacı, zalimlerin elinde zulmetmeye yarayan araçlara dönüşen bu mantıktakilere cevap yerine, İslam’ı tanıma yolunda çaba sarfeden kardeşlerimizin mantığına ve gönlüne hitap etmek ve attıkları her adımı bilinçli hale getirmektir.
Öncelikle şu bilinmelidir ki bütün ideolojiler ve bütün inançlar yayılmak ve yeryüzünde bulunan insanlara ulaşmak için çaba sarfetmekte ve bu uğurda türlü araçlar kullanmaktadırlar. Hiçbir beşeri ideoloji veya ilahi öğreti ve din, sadece kendisini getiren veya ortaya çıkaranla sınırlı kalmak için var olmamıştır. Aksi takdirde tüm dinlerin tek bir mümini, tüm ideolojilerin tek bir temsilcisi olurdu ve yeryüzünde ne din ne de fikir namına hiçbir iz kalmazdı. O halde yayılma ve tebliğ her türlü düşüncenin yegane amacıdır ki işte ‘fetih’ te böyle bir amaca ulaşmak isteyen İslam’ın en değerli aracıdır. Buradan şu hakikat ortaya çıkmaktadır ki, kendi fikrini tebliğ edip yayılmaya çalışanların ve bu uğurda her yolu meşrulaştıranların, kendi hareket alanlarını kısıtlayan İslam’a, yayılma fikriyatından dolayı karşı çıkmaları samimiyetsizliktir ve asla insani değerleri düşünmekle uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Tebliğin ve yayılmanın her fikriyatın temel amacı olduğu noktasında aklın kalbinde cevaplanamayacak soru ve şüphe olamayacağını düşündüğümüzden, bu tebliğin İslam’a göre metodu olan ‘fetih’ kavramının izahına geçebiliriz. İslam’a göre insan tek boyutlu bir varlık değildir. Büyük insan hükmündeki alem de, küçük insan hükmündeki yeryüzündeki varlık ta birçok boyuttan oluşmakta ve her boyuta hitap edecek hükümlere ihtiyaç duymaktadır. İslam’ın en temel hedefi insanı her boyutuyla yetiştirip kamil hale getirmek ve yeryüzünün halifesi olabilecek olgunluğa eriştirmektir. İnsanlıktan fersah fersah uzaklaşan şeytan ve dostları ise bu değerli varlığın tekamülüne engel olmaya ve yüce makamlara ulaşabilecek bu varlığı aşağıların aşağısına çekmeye çalışmaktadır. Bu noktada İslam, insanlığın karşısında set çekenlere karşı mücadele etmeyi gaye edinmiş ve hitap ettiği varlık gibi kendisinin de çok boyutlu olduğunu, hem gayet müşfik ve rahmet yüklü olduğunu hem de yeri geldiğinde şiddetli ve kılıç dini olduğunu tarih boyunca ispatlamıştır. Kur’an ve onun yürüyen hali olan Resulullah’ın (s.a.a.) sireti incelendiğinde mazlumlara yönelik şefkatin zalimlere yönelik hiddet ile bir arada olduğunu görmek mümkündür. Çünkü İslam’ın mantığına göre yeryüzü Allah’ın (c.c.) arzıdır ve Allah (c.c.) ve insanlık düşmanlarının tasallutundan kurtarılmalıdır ki insanlık kendi iradesine ve özgürlüğüne kavuşabilsin. ‘O halde fitne kalkıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar'(Enfal 39), ruhları ve zihinleri baskı altında tutan ve insanların özgür iradeleri ile hakikati bulmalarını engelleyenlerle savaşmak zaruridir.
Ama bir gerçek daha var ki ‘fetih’ ruhlarda ve kalplerde başlamalı ve insanlar İslam’ın hakikatlerine kendi istekleri ile bağlanmalıdırlar. Bu bağlamda ‘dinde zorlama yoktur, hak ile batıl birbirinden ayrılmıştır.'(Bakara 256) Zaten İslam’ın hiçbir döneminde (emeviler vb. zalimler dönemlerinde dahi) hiçbir kavim veya kişi dine girmeye zorlanmamıştır. En azından böyle bir zulmü tarih yazmamıştır. Var olan şey İslam’ın tebliğinin önünde set olmaya çalışan sistemlerin ve devletlerin ortadan kaldırılmasından başka bir şey değildir. Aksine zulm ile abad olmak isteyen zalimler ister müslüman görünümlü olsunlar ister farklı, kendileri gibi düşünmeyen Müslümanları yollarından saptırmak için sürekli baskı yapmışlardır. Bunun aksi bir durum olsaydı ve insanlar zorla ve baskıyla İslam’a girselerdi, bugün bu kadar büyük bir ümmetten bahsetme ihtimalimiz olmayacaktı. Çünkü güç bulup o zulümden(!) kurtulan bütün insanlar tekrar eski inançlarına dönmüş olacaktı.
Fakat ‘dinde zorlama yoktur, hak ile batıl birbirinden ayrılmıştır.'(Bakara 256) ayeti Şehid Üstad Mutahhari’nin (r.a.) muhteşem bir tespitiyle sadece dini değil düşünceyi ve fikri de kapsamakta ve hür düşüncenin önündeki engellerin ortadan kalkmasının zaruretini vurgulamaktadır aynı zamanda. Yani öyle bir ortam olmalıdır ki hak ile batıl açık ve seçik olarak insanlığa sunulmalı, özgür düşünme ortamı yaratılmalıdır. O halde bu ortamın oluşmasını engelleyenlerle böyle bir ortamın oluşmasını sağlayana kadar mücadele etmeli ve ayetin devamında bahsedildiği gibi ‘tağut red edilmelidir’. Malumunuzdur ki bir zalimi red etmek onu ortadan kaldırmaya azmetmenin ilk adımıdır da aynı zamanda.
O halde ‘feth’in temel felsefesi, hakikati insanlara sunma ortamının hazırlanmasıdır. Bunun değişik yolları olacaktır elbette ama genelde itiraz sahiplerinin takıldıkları nokta ‘cihad’ mefhumudur. Öyle bir hava estirirler ki, İslam sırf mekanını genişletmek için durduk yere oraya buraya saldırmayı emreden bir dindir ve ‘fetih’ işgal ve sömürünün kılıfıdır sanki. Lakin buna tek bir delilleri yoktur. Dediğimiz gibi İslam’ın özünden saptırıldığı saltanatlar devrinde dahi fethedilen hiçbir yerin ahalisine ne fikir ne de inanç boyutunda tek bir baskı uygulanmamış ve tam tersi olarak bir çok yerin mazlumları müslümanları imdada çağırmıştır. Bu yüzden İslam’daki ‘feth’in ve cihadın özü savunmadır. İster başka bir ülkenin topraklarında olsun ister kendi topraklarında olsun ‘feth’in ve cihadın özü savunmadır. İslam hakikati ve hakkı savunmak, insani özgürlükleri, düşünce ve vicdan özgürlüğünü ve en temel insani özgürlük olan tevhidin özgürlüğünü savunmak için ‘feth’e ve cihada izin vermektedir. Yeryüzünü kaplamış olan zulüm hem müslümanlara hem de diğer mazlumlara yüktür. Zulüm adaletin olmadığı yerde hayat bulur. O halde mutlak adalet olan İslam’ın tüm yeryüzüne hükmetmesi diğer mazlumların da hayrına olacaktır. İslam asla ve asla toprak ve mal arttırmak için, iktisadi ve insani güce hükmetmek için girişilen savaşları onaylamaz, onları aşırılık olarak görür ve kınar. ‘Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, (ancak) aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez.’ (Bakara 190) ayeti ile savaşın kuralları olduğunu ve Allah’ın (c.c.) çizdiği sınırların dışında hareket edenlerin aşırıya kaçmış olacağını Kur’an bize bildirmiş bulunmaktadır.
Emr-i bil ma’ruf ilkesi de İslam ‘daki fetih ve cihadın temelini oluşturmaktadır. İslam tek başına bireyin kurtuluşunu emretmemekte, hakikate ulaşmış bireylerin sırtına bu hakikati yayma görevini de yüklemekte ve iyiliği emredip kötülükten men etmeyi en mühim farzlardan biri olarak gündeme getirmektedir. O halde hiçbir müslüman sırf kendini kurtarmanın verdiği rahatlıkla evinde inzivaya çekilme hakkına sahip değildir. Bildiklerini anlatmak ve gücünün yettiği yerlerde hakkı haykırmak ve savunmak her müslümanın en temel görevlerindendir. Bu işin sınırı yoktur. Zira “doğu da batı da Allah’ındır” (Bakara 115) ve Allah’ın (c.c.) tüm emir ve yasaklarının her köşe bucağa ulaşması İslam’ın en temel hedefidir. Bu da yine hakkı savunmadır. Hak savunulduğu ölçüde adalet yerleşmiş olacaktır.
Peki bu savunma illaki bir saldırıya karşı mı olacaktır? Mesela bizimle savaşmayan ama halkına zulmedenlere karşı tutumumuz ne olmalıdır? Başka topraklarda ki mazlumları savunma görevimiz var mıdır? Ve savaş mutlak manada kötü müdür? Elbette değildir. Savaş hakkını arayan ve hakkını savaşmaktan başka bir yolla kazanamayacak olanlar için hayırdır. Savaş ülkesi, dini, namusu, malı ve canı saldırı altında bulunanların en tabi hakkıdır. Sorun bu hakkın başkaları için de kullanılıp kullanılamayacağındadır. İslam ister yardım çağrısında bulunsunlar ister bulunmasınlar yeryüzündeki bütün mazlumların haklarını savunmayı ilahi bir görev olarak belirlemiştir. Hatta bu işi üstlenmeyenleri ‘Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?'(Nisa 75) buyruğu ile kınamıştır. Çünkü ‘Eğer Allah’ın, insanların kimini kimiyle defetmesi (yenilgiye uğratması) olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın isminin çokça anıldığı mescidler, muhakkak yıkılır giderdi.'(Hac 40) Böyle bir dünyada ise ister müslüman olsun ister gayri müslim herkes zulm ile muhatap olurdu. İşte bu yüzden İslam insanlığa kurtuluşu ulaştırmak adına fetih hareketlerini meşru görmektedir.
Ülkesinde zulme meyletmeyen ve hakkın açıkça ifade edilmesine engel olmayan, düşüncenin ve inancın önünde durmayan ve insanların akıllarını özgür bırakan hiçbir yönetim yukarıda bahsettiğimiz hakka saldıranlar gibi olmadığından bu fetih hareketinin hedefinde olamaz. Böyle bir idarenin bulunduğu coğrafyalarda halk zaten her türlü fikirle birlikte hakka da ulaşabilecek ve tamamen kendi iradesi ile tercihini yapabilecektir. Ve İslam bu tür ortamların zaten yegane hakimi olacaktır.
Söylenecek çok şey vardır. Ama bütün yazılarımızda olduğu gibi bu yazımızda da bir kapı aralamak ve kardeşlerimizin o kapıyı ardına kadar açmalarına vesile olmak bizim için yeterlidir. Derdimiz hakikatin gün yüzüne çıkmasıdır. Ne zalimlere şirin görünmek için İslam’ı kalplere hapsedip kalpleri de zalimlere tutsak edenler gibi sadece şefkatten bahsedenleri ne de eline aldığı bıçakla ortalığa çıkıp kendileri gibi düşünmeyen kim olursa olsun (siyonistler hariç) kesmeyi İslam diye halklara tanıtanları kabullenmiyoruz. İslam tüm hakikatleri ve emirleri ile sahiplendiğimiz ve iman ettiğimiz dinimizdir. Yeri geldiğinde savaş yeri geldiğinde barış Allah’ın (c.c.) emirleri doğrultusunda bu dinin özünde vardır. Kendilerini melek gibi gösterip tarihlerini mazlumların kanıyla yazanların aksine bizlerin gizleyeceği veya utanacağı herhangi bir unsur dinimizde yoktur. Bugün din,dil,ırk ve mezhep ayrımı yapmayan zalimlerin karşısında yine aynı ayrımları yapmayan İslam İnkılabımız bütün bu bahsettiklerimizin somut örneğidir. Böyle temiz bir örneğe daha sahip tek bir fikir ve din yoktur. Çamur atanların elleri kirlenmektedir sadece ki o eller yüreklerindeki kinin tezahürüdür.
siyasetmektebi.com