İMTİHAN YENİ BAŞLIYOR…

Son 10 gündür o kadar ilginç bir süreç yaşıyoruz ki dostlardan bazıları düşmanın kendilerine gönderdiği hedef olmak için adeta çırpınıyor, rastgele atılmış okların bile boşa gitmemesi için gayret sarfediyorlar. “İsraf haramdır” mantığı ile sinelerini, bilinçlerini, ruhlarını oklara siper edip sonra da oturup o oku atanlara değil de dostlarına ve İmamlarına sitem ediyorlar. Hatta iş öyle bir noktaya varıyor ki bilinçli, ihlaslı ve sabırlı bir müslüman için hiç imtihan dahi olmaması gereken mevzular imanları sarsan, hedeften saptıran ve yoldan çıkaran imtihanlar haline geliyor, suçluluk psikolojisinin, çaresizlik hissiyatının sarstığı bünyelerde çöküşe neden oluyor. Savaşta olduğunu unutanların “neden bu darbeleri yiyoruz” feryatları ile savaşta olduklarını bilseler dahi “asker” olduklarını unutanların “komutanlarına” ayar verircesine serzenişleri ve emir beklemeleri gereken yerlere emredercesine hitapları birbirine karışıyor, ayağın baş olma sevdası başı ayak yapma çabasına dönüşüyor.
Oysa bütün bu yaşananlar “savaş” denen olgunun doğal bir süreci olarak karşılanıp, zihinler ve ruhlar bu uzun sürece hazırlanmış olsaydı bunca sarsıntı yaşanmayacak, darbe yiyen düşmanın bozulan psikolojisini tamir için eline alet edevat verilmemiş olacaktı. Ama ne yazık ki kendilerine bu sürecin çok kısa olacağı, düşmanın hemen ortadan kaldırılacağı söylenmediği halde imanları pamuk ipliğine bağlı olan bu sabırsız ve mantıksız kitle, dostlarının bütün uyarılarına rağmen yanlış tarafa karşı itirazı ve isyanı kuşandığı için “şer görünendeki hayrı” farkedemeyip cepheyi terketti ve aslında kendi yenilgilerinin de mimarı haline geldi. Böylece ne kendilerindeki ne de dostlarındaki potansiyel gücü göremeyip, imtihan deryasında yüzme becerilerini unuttular ve yine ne yazık ki bu deryanın farklı farklı bölgelerinde ve hatta çokça sığ yerlerinde mücadeleyi bıraktıkları için tam da kıyıya yaklaşmışken boğuldular.
Halbuki Allah c.c. onları Kur’an’da uyarmış, “kendilerinden öncekilerin başlarına gelen kendi başlarına gelmeden cennete giremeyeceklerini” (Bakara 214), “İman ettik demekle bırakılmayacaklarını” (Ankebut 2), “Cihad etmeden ve sabretmeden cennet nimetinden faydalanamayacaklarını” (Al-i İmran 142) bildirmiştir. Yani Allah c.c. hayatın her anının olduğu gibi savaşın da bizatihi kendisinin imtihan olduğunu, bu imtihanın en zor kısmının sebat ve sabır olduğunu yarattığı “pek aceleci” (İsra 11) ve “çok nankör” (İbrahim 42) olan insanoğluna kitabında defalarca beyan etmiştir. “Hoşumuza gitmese de savaşı üzerimize farz kılan” ve “hoşumuza gitmeyen şeyin bizim için daha hayırlı, sevdiğimiz şeyin ise bizim için şer olabileceğini” belirtip “siz bilmezsiniz Allah bilir” (Bakara 216) diyen Rabbimiz c.c., bütün bu uyarılarıyla bizi sonu bahar olan kışa, gündüzü müjdeleyecek geceye hazırladığı halde, dilinden Allah c.c. lafzının düşürmeyenlerin düştüklerini ilk sandıkları anda yollarından dönmelerinin izahı yoktur.
Zira “bir oyun ve eğlenceden ibaret olan” (Ankebut 64) olan dünya aynı zamanda bir imtihan tarlasıdır. Buradaki imtihandan geçmeyenin arzuladığı cenneti, hayal edilenin ötesine geçemeyecektir. Zaten bunun için Allah c.c. bizlere sürekli olarak Peygamberlerin a.s. kıssalarından haber vermiş ve onların başlarından geçenlerden ibret almamızı istemiştir. Hz. Adem’in a.s. yanaşmasının yasaklandığı ağaçlarla dolu olan dünyada, Peygamberlerin a.s özellikle de Resulullah’ın s.a.a. ayak izlerini takip etmeden yapılacak yolculuk bizi cennetten aşağıya düşürecek, hüzün ve kahır deryasında boğacaktır. Öyleyse Adem a.s. ile o ağaçtan uzak durmalı, Nuh a.s. gemi inşa etmeli, İbrahim a.s. ile ateşe atılmayı göze almalı, Musa a.s. ile Kızıldeniz’i yarmalıyız. Lut’un a.s. çaresizliğine ortak olmalı, Salih’in a.s. hüznünü paylaşmalı, Şuayb’ın a.s. derdini yüklenmeliyiz. Hani o hep bahsettiğimiz Eyüp a.s. var ya, işte O’nun a.s. sabrını kuşianmalı, başımıza ne iş gelirse gelsin Allah’ı c.c. zikretmekten vazgeçmemeli, bizi Allah’tan c.c. uzaklaştıracak her türlü teklife sırtımızı dönmeliyiz.Sabır, içinde bulunduğumuz savaşta ki en değerli silahlarımızdan biri olmalıdır. Yaşadığımız en ufak bir sarsıntıda mektebimizi, İnkılabımızı, İmam’ımızı değil önce kendimizi sorgulamalı, hangi zaafımız bu sonuca neden oldu diye düşünmeliyiz.
Unutmayın ki Uhud savaşı daha Medine’den çıkmadan kaybedilmişti. Resulullah’ın s.a.a. kararının üstüne (samimiyetle de olsa) söz söyleyen sahabenin ısrarı ile şehir dışında bir savaşa “peki” diyen Resulullah s.a.a ashabını en büyük imtihanlardan birine koyduğunun farkındaydı ve öyle de oldu. Bu noktadan bakıldığında Uhud savaşının vermesi gereken ilk ve belki de en önemli ders İmam’a, öndere itaatin farz oluşudur. Çünkü İmam bir konuda hüküm verdiyse “size neyi verirse onu alın, sizi neyden men ederse ondan uzak durun”(Haşr 7) ayeti gereği o hükme itaat gerekir. Uhud savaşının başında bu hükme uymayan ashap, ikinci imtihanını ganimet kazandıkları andaki başıbozuklukları ile ve üçüncü imtihanı ise düşmanın arkadan saldırısıyla dağılıp Resulullah’ı s.a.a yalnız bırakarak kaybetti. O meydan da imtihanı kazanan, zafere veya yenilgiye bakmadan İmam’larını yani Resulullah’ı s.a.a her ne pahasına olursa olsun savunan Ali a.s. ve yarenleri oldu ki bunların sayısı ancak iki elin parmakları kadardı. Aynı imtihan Huneyn’de de tekrarlandı ve yine sadece Ali a.s. ve yarenleri Resulullah’ı s.a.a savunarak bu imtihandan da alınlarının akıyla çıktılar.
Bugün yaşadığımız süreçte bize Uhud’u ve Huneyn’i hatırlatıyor. Kendi görüşleri doğrultusunda İmam’a itiraz edip O’nu kendilerine uymaya mecbur gibi gören bazıları, oturdukları yerden “şöyle yapmalı, böyle yapmalı” diye ahkam keserken, hoşlarına giden bir gelişme olduğunda düşmanlarına karşı hemen muzaffer edasına bürünüyor, savaşın doğası gereği işler ters gitmeye başladığında ise “bu nasıl bir idaredir, böyle savaş mı yönetilir, bunlar beceriksizler” gibi hezeyanları ile cepheden kaçmaya, yenilgi şerbetini yudumlamaya başlıyorlar. Oysa bizim için ne zaferin ne de yenilginin önemi yoktur. Bizler İmam’a gerçekten bağlı olanlar olarak zaferde de, yenilgide de İmam’ın yanından ayrılmayacak, O’nu sıkıştığı mağara önünde canımız pahasına düşmanlarına karşı koruyacak ve yalnız bırakmayacağız. Bizler Kerbela’ya ganimet ümidiyle değil, İmam’ın a.s. yanında şehadet bilinciyle gidenlerdeniz. Yenilginin lügatimizde yeri yoktur İmam’ımız başımızda olduğu sürece.
Bu yüzden Şehid Kasım Süleymani’nin r.a. şehadetiyle başlayan süreçte biz İmam’a ve İnkılaba hep güvendik ve hep de güveneceğiz. Bunun uzun soluklu bir süreç olduğunun bilincindeyiz. Şehitlerimizin kanlarının bereketiyle büyük şeytanın ve siyonizmin yeryüzünden uşaklarıyla birlikte silineceğini de biliyoruz. Atılan her bir füzenin hedefe tam isabet ettiğini, bu füzelerin asıl hedefinin insanların korkuları ve siyonizmin kibri olduğunu da biliyoruz. Kartondan aslanların ressamlarının aslında sırtlanlar, çakallar olduğunun da farkındayız ve bu füzelerle bunu ispat ediyoruz.
Kazara veya sabotajla yaşanan uçak düşürme olayının da İnkılabımızın izzetli duruşunu, şahsiyetini dünya mazlumlarına yansıttığını düşünmekteyiz. Sorumluluktan kaçmadan onu yüklenen ve üzerine düşen her şeyi yerine getirmeye hazır olduğunu bildiren bir İnkılabımız olduğu için şükrediyoruz. Zaten İslam tarihinde dahi bu tür yanlışların yaşandığını kitaplardan okuyoruz. Mesela Üsame b. Zeyd’in iman ettiğini söyleyen birine inanamayıp onu katletmesi veya Halid b. Velid’in 30 kişiyi aynı bahaneyle öldürmesi sonucu Resulullah’ın s.a.a. İmam Ali a.s. vasıtasıyla öldürülenlerin diyetini ödemesi bizim için örnek teşkil ediyor. Bunlar savaş ortamında olabilecek olaylardır ve biz bunlardan dolayı ne aşağılık kompleksine nede çaresizlik hissiyatına kapılmayacağız. Ne yazık ki savaş dönemlerinin böyle sonuçları olabiliyor. Kaldı ki İnkılabımızı suçlayanların tümünün eli hem de bilinçli bir şekilde ve isteyerek bu tür masum kanlarına bolca bulaşmış durumdadır. Bunlardan hangisi İnkılabımızın izzetli duruşunu sergileyebilmiştir?
Öyleyse savaşta olduğumuzun bilinciyle hareket edip İmam’ımıza itaat etmeli, O’nun sözünün üstüne söz söylememeli, görünen zafer veya yenilgiye aldırış etmeden O’nun etrafında pervane olmalıyız. Böyle basit mevzuları kendimize imtihan vesilesi kılmamalıyız. Bizim asıl imtihanımız İmam’ımıza olan itaatimizde ki samimiyetimiz, sabrımız ve ihlasımızdır unutmamalıyız…
siyasetmektebi.com