Siyasi KavramlarSon Yazılar

“İHTİYAR”LAŞMIŞ İRADELER…

ihtiyarlaşmış iradeler

İhtiyar (irade) ve cebr mevzusu hem felsefenin hem de kelam ilminin en temel konularından biri olarak sürekli gündemde kalmış, filozoflar ve alimler arasında tartışmalara neden olmuştur. Bu konuda yüzlerce yıldır çok çeşitli fikirler ortaya atılmış, herkes kendi ilmi ve bakış açısı çerçevesinde konuyla ilgili izahatlarda bulunmuştur. Yani konu yeni bir konu olmadığından bu yazımızda beyan edeceklerimiz de aslında yeni çıkarımlar değildir. Zaten yazımızın konusu da cebr ve ihtiyarın ne manaya geldiğinden ve neyi ifade ettiğinden ziyade nasıl kullanıldığıyla ilgili olduğundan, mevzunun felsefi boyutunu değil siyasi boyutunu ele almaya çalışacağız.

Malumunuz olduğu üzere cebr, insanın irade sahibi olmadığını, bütün fiillerine etki eden bir gücün bulunduğunu ve fiillerinin kendi iradesinden kaynaklanmadığını, adeta bir robot gibi kendini programlayanın emirlerini ifa ettiğini beyan eden görüşü ifade eder. Bu görüşe göre insanın iradesinden bahsedemeyeceğimiz için özgürlüğünden de bahsedemeyiz. İnsan, başından beri belirlenmiş bir çizgide hareket etmek zorunda olan, o çizgiden ayrılamayan veya o çizgide değişikliğe neden olamayan bir varlıktır. Eylemlerinin tümü önceden belirlenmiştir. Bu eylemlerini gerçekleştirirken kendinden hiçbir şey katamaz veya çıkaramaz. Tıpkı bir ağaç gibi kımıldayamaz, bulunduğu mekana ve zamana mahkumdur. İradi hareketlerden mahrumdur. Bunlar mutlak cebri savunanların ortaya fikirlerdir.

Bunların karşısında ise mutlak ihtiyarı (iradeyi) savunanlar bulunmakta, bunlar da cebri savunanların aksine insanın her fiilinin kendi iradesine bağlı olduğunu, insanı sınırlayan hiçbir çizginin bulunmadığını, dilediğini yapmakta özgür olduğunu ve yapabileceğini savunmuşlardır. Bunu savunanların zihinlerindeki insan ile, başıboş dolaşıp hiçbir sorumluluk sahibi olmayan hayvanlar arasında pek bir fark yoktur. Zaten özellikle Sartre’nin 2. dünya savaşında ortaya attığı Egzistansiyalizm fikrine dayanarak (ki Sartre mutlak ihtiyara inanan ve onu felsefesinin temeli sayan bir düşünürdür) daha sonraları “hippiler” benzeri sorumsuz ve sorunlu tiplerin ortaya çıkmasının nedeni de insanı kuşatan hiçbir sınırın var oluşuna inanılmamasıdır.

Oysa İslam İmam Caferi Sadık’ın (a.s.) “Bu alemde ne mutlak cebr vardır ne de mutlak ihtiyar vardır, belki bu ikisi arasında bir şey vardır” buyurduğu gibi mutlak cebri ve mutlak ihtiyarı değil, hayatın bütün boyutlarını dikkate alarak bazı noktalarda cebrin bazı noktalarda ise ihtiyarın varlığını savunmuş ve orta yolu göstererek insanın sadece bir boyutuyla ilgilenip onu eksik olarak tanıdıkları için onun dertlerine derman olamayan fikirleri çürütmüştür. Hayatın bazı anları cebrin hakimiyetinde olan bazı anları ise ihtiyarın (iradenin) hükmünde olan anlardır. Doğumunu, ailesini, milliyetini seçemeyen insan bu noktalarda cebr ile yüzleşirken, inancını belirlerken, iyilik veya kötülük arasındaki duruşunu netleştirirken, doğru ve yanlıştan birini tercih ederken iradesini ortaya koymaktadır. Yani insan ne ağaç gibi hareketsiz ne de hayvan gibi başına buyruk değildir, böyle yaratılmamıştır. Ama şu gerçek de ortadadır ki insan, insan olma sürecinde tekamül ettiği ölçüde ihtiyar sahibi olacak, fiileri kendi iradesinin etkisinde altında bulunacaktır. Tekamül edemeyen insan ise içgüdülerinin onu sınırladığı alandan dışarı çıkamayacak ve kendisi kendi kontrolünden çıkacaktır.

Bununla ilgili olarak bir hikaye anlatılır: Bir zat, arif olmadan önce,bitkisel ilaçların yapılıp halka satıldığı bir dükkanın sahibi imiş. Bir gün dükkanında satış yaparken derviş kılıklı birin dükkan kapısının önünde durup dikkatli ve şaşkın bir şekilde durup hem kendisine hem de ilaçlarına baktığını fark eder. İşiyle ve gelen gidenlerle meşgul olduğu halde ara sıra gözünü çevirip dışarıya baktığında yine bu dervişin kendisini ve ilaçlarını aynı şekilde şaşkın şaşkın seyrettiğini görür. Aradan uzun bir müddet geçmesine rağmen dervişin aynı şekilde hem kendisine ve hem de ilaçlarına bu şekilde baktığı görünce dayanamaz ve sinirlenerek: “Ey derviş benden ne istiyorsun? Bana ve dükkanıma niye böyle bakıyorsun?” der. Derviş ona “Ölüm anında can çekişirken nasıl bir hal içinde olacağını düşünüyorum.Bu ilaçlara ve dükkana gösterdiğin bu kadar ilgiden sonra nasıl öleceğin, doğrusu beni meraklandırıyor?” der. Dükkan sahibi sinirli sinirli:”Sen nasıl öleceksen ben de aynı şekilde öleceğim. Bunda şaşıracak ne var” der. Derviş “Mümkün değil, sen benim gibi ölemezsin” der. Dükkan sahibi ise ” Hayır, ben de senin gibi ölürüm, bunda ne var?” der. Derviş “Denemek ister misin?” der ve sırtındaki çantasını yere bırakır; başını çantanın üstüne koyar ve öylece canını teslim eder. Hemen o lahzada ölmeyi irade eder. Dükkan sahibi ilk önce inanmaz. Dükkanından dışarı çıkar ve dervişi sallamaya başlar. Bakar ki adam gerçekten ölmüş. İşte burada dükkan sahibi büyük bir değişikliğe uğrar ve dükkanını terkederek ilim ve ilahi marifet tahsil etme yoluna düşer. Bu ada m daha sonra çok yüce bir irfani makama ulaşır ve “Attar” adıyla anılır.

Yazımızın başında da dediğimiz gibi amacımız cebr ve ihtiyar konusunu felsefi olarak ele almak değildir. Sadece siyasi olarak nasıl kullanıldıklarını irdelemeden önce bu iki kavramın manasına biraz da olsa değinmemiz gerekiyor diye yukarıdaki açıklamaları yapmayı gerekli gördük. Naklettiğimiz hikaye ise konumuzun ikinci boyutunu izah için önemlidir. İlk olarak ele almak istediğimiz mevzu ise cebrin zalimlerin saltanatlarını ayakta tutma gücüdür. Kendine İslamı referans alıyor görünen bütün zalimlerin öncelikli olarak el attığı mevzu İslami terimlerin içini boşaltmak olduğu için cebr kavramı da bu zalimlerin insanlara “kaza ve kaderi” açıklamadaki en temel yardımcıları olmuş, zalimler, zulmettikleri halkları başlarına gelen her şeyin kaderleri olduğuna inandırmaya, bu kadere razı olmanın imanın şartı olduğuna ikna etmeye uğraşmışlardır. Böylece üzerlerindeki sorumluluğu atarak, zulmün bütün kötülüğünü kadere yıkmışlardır.

Bunlara göre eğer onlar o makamdaysalar, bu onların kaderinde vardır, halk da eğer yokluk ve yoksunluğa düçar olmuşsa bu da onların kaderinde vardır. Birinin zenginliği ile diğerinin fakirliğinin temeli de cebrdir. Herkes alınlarına yazılmış olanı yaşamak zorundadır. Kiminin alnına altın varaklı koltuklar yazılmış, kiminin alnına gecekonduda sobadan zehirlenmek. Kimi gemicikleri bulmuş kaderinde, kimi ekmeği kaybetmiş o kaderin yazılış deminde. Yerin yedi kat dibinde maden de çalışırken ölmek vardır kiminin kaderinde, sarayından çıkarken binlerce korumayla dolaşmak vardır ötekininde. Üstelik bu kadere müdahale de olmaz. Değişmezdir çünkü. İtiraz isyan olur Rabbe (c.c.). O yüzden saltanata, saraya itiraz Rabbe (c.c.) itiraz gibidir. Rızkı veren Allah (c.c.) olsa da, onu dağıtıyor görünen daha kutsaldır bu anlayışta. Ekmeğini(!) yediklerimize isyan çıkarır bizi dinden, kendine çok alıp mazluma az verse de.

Oysa “biz herkesin kaderini kendi çabasına bağlı kıldık”(İsra 13) diye buyuran Rabbimiz (c.c.), “kendimizde olanı değiştirmedikçe durumumuzu değiştirmeyeceğini”(Rad 11) belirterek beyan etmiştir seçim hürriyetimizi. Zilleti de izzeti de seçmek bizim ellerimizde iken kaza ve kadere yüklemek bütün ezilmişliğimizi, aslında Allah’ı (c.c.) suçlamaktır çektiğimiz çilelerden dolayı. “Başımıza gelen bütün iyilik O’ndan (c.c.) iken ve yüzleştiğimiz bütün kötülükler kendi nefislerimizden kaynaklanmaktayken” (Nisa 79) bütün boyun eğmişliklerimizi kader diye tanımlamamız beyhudedir zaten. Hiçbir milletin kaderinde zulüm yoktur, saray yoktur, zillet yoktur aslında. Ama zalimlerin iğfal ettiği zihinlerin rızasıyla peydahlanır tüm bu illetler. Tahrif edilince hakikat ve batıl ile karıştırılınca hak, ortaya çıkar sarayda oturan halifeler(!). Bu halifeler, tahtından eder Allah’ın (c.c.) halifelerini ve cebre razı ederek köleleştirirler kendilerine.

Kimi zalimde, ihtiyarlaştırır “iradeleri” ve unutkanlık iksiriyle zehirler zihinleri. Kulakları duymaz olur bu irade sahiplerinin, gözleri körelir hakka karşı. Zulme itiraz için kullanacakları iradeleri zulmü onaylamak için “seçim” yaparken ortaya çıkıverir. Hakkı anlatanlara karşı itiraz ederken mutlak “ihtiyar” sahibidirler, batılın ihanetlerini duymayacak kadar da ihtiyardırlar. Rıza ve şükür ile süslerler sarayları, itibar için satarlar imanlarını. Bunlar için aslında cebr de ihtiyarda birdir çünkü girdikleri yolda seçtikleri önderleri ile yürüdükleri menzil birdir. “Zalime meylettikleri için, ateşe koşanlardır” (Hud 113) bunlar ve “biz mustazaflardandık” deseler de bu kendi tercihleri olduğu için “Allah’ın arzının geniş olduğu” (Nisa 97) hatırlatılacaktır böylelerine.

Velhasıl gerçek irade Allah’ın (c.c.) iradesine tabi olup O’nun (c.c.) iradesini yeryüzüne hakim kılarak elde edilen iradedir ki bu irade cebri kuşatır ve onu da hakka yöneltir. Gerçek irade kendine ait olanı zalimden isteyen ve “zalim sultanın karşısında hakkı haykıran” iradedir ki bu irade kaza ve kaderi de şekillendirir. Gerçek irade naklettiğimiz hikayedeki gibi insani tekamülünü gerçekleştirenlerin ellerinde tuttuğu iradedir ki bu irade ile ölümün zamanı ve şekli bile belirlenir. Bu iradeye sahip olanlar devrim yaparken, iradesiz kalmaya devam edenler bu yüzden hep ezilir. Ölmemek için boyun eğenler ile, ölümü kendi iradeleri ile seçenlerin kaderi bu yüzden hep farklıdır…

siyasetmektebi.com

Etiketler

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

 
Başa dön tuşu
Kapalı