HasbihalSon Yazılar

HALK VE YERYÜZÜ…

Kimi zaman kara bulutlara hapsolur umutlarımız ve artık hiçbir çıkar yolun kalmadığı zannına kapılırız. Heybemizi hüzünle doldurup çıkıp gitmek isteriz bulunduğumuz kurak diyarlardan. Ne ektiğimiz tohumlar filizlenir ne de kazdığımız kuyulardan su çıkar. Elimizi uzattığımız her mekanda çöküş, her zaman da kahır hükümranlığını ilan eder ve güvendiğimiz dağlar sırtlanmaktan korktukları hakikati görünce un ufak oluverirler. Duvarlar kendilerine düzenli aralıklarla çarpan başımızdan dolayı kızıl renge boyanır ve ah-u eyvahlar ile şenlenir kâbuslarımız. Bunca körün arasında görmenin vermiş olduğu acı ile uyum sağlamak için topluma kapamak isteriz gözlerimizi ve izanımızın, basiretimizin yüklediği sorumluluğumuzdan sıyrılmak için dalmak isteriz boşluğa başkaları gibi.

Tam da bu anda “Yunus’unu” bekleyen bir balık gelir ve yutar benliğimizi. Belki de yıllar süren ümitsizliğin ardından kaldırır perdeleri ve bizler “perdenin arkasında” bulunan hakikati gördüğümüzde utanırız eylemlerimizden. Aceleciliğimizin sünnetullahta zerre değişikliğe sebep olmayacağını anladığımızda aydınlanır karanlıklara hapsettiğimiz nurun yolu. O yolda hiç durmadan, usanmadan, bıkmadan yürüyen İmamın ardına takılınca, ayağımıza takılan enaniyet, sabırsızlık ve temelsiz öfkeden mamul prangaların parçalandığını ve daha hızlı, daha emin, daha sert adımlarla hedefe yaklaştığımızı anlamaya başlarız. Dağlar düze çıkar, çöller vahalar ile dolar, her tohum kendi toprağına ekilevirince filizleniverir, her mahsul doğru zamanda toplanmaya başlar ve emekler ecirlere doğru hızla koşuverir. Şeytanlar diyarından esen yeis rüzgarının tesirini ümit bulutlarından yağan yağmurlar giderir ve kalpleri elinde tutanın izni ile bir günde veya gecede tersyüz olur görünenler. Zahirler batın olur, batınlar zahir olur, her gizli ayan olur, her ayan beyan olur, hakikat her göze görünür her kulağa duyurulur, her zihne hakim olur, her kalbe saltanat kurar.

İşte bu yüzden gördüğümüzden veya görünenden azade kullanmalıdır basiretimiz. Zihinimizi zahirden batına çevirmeli ve birden çok boyutlu bu dünyanın sakinlerinin başka boyutlarının varlığına da aşina olmaya çalışmalıyız. Bu yüzden “bu halktan adam olmaz” sözünün karanlığından kurtulup, kabuğun altındaki öze ulaşmalıyız. Çünkü “bu halktan adam olmaz” diyenlerden “davetçi” olmaz. Çünkü bu tipler “bastıkları yerleri toprak diyerek geçip giden”, sadece zahire odaklandıkları için gördüklerine iman edip görmediklerini inkar eden, var olan cevheri ortaya çıkaracak araçlardan, bilgiden ve bilinçten yoksun olanlardır. Bu yüzden bunların fikir yaşantıları hep taş devrinde kalmaya ve sanayi devriminden mahrum olmaya mahkumdur.

Çünkü halk yeryüzü gibidir. Tıpkı yeryüzü gibi sadece zeminin üstünde olanlara baktığınızda göreceğiniz taş, toprak, dağ ve denizdir. Bunlarla yetindiğinizde veya bunlardan gayrısının varlığından bihaber olduğunuzda yeryüzünün asıl cevherlerinden faydalanma ihtimaliniz bulunmayacak ve en fazla taşları sivriltip avlanmaya yoluyla hayatta kalmaya çalışacaksınız. Oysa asıl cevherlerin üstü hep örtülüdür. Görünenin gerisinde kendilerine layık olanın bilgi ve becerisini beklerler gün yüzüne çıkmak için. Dağ diye baktığımız kayalıklardan nice maden devşirilir, toprak diyerek üstüne bastığımız yerlerin bilmem kaç bin metre altından elmaslar, altından çıkarılır yeryüzüne. Sadece mavi bir tabaka olarak gördüğümüz denizlerin, okyanusların dibinde kaç bin çeşit yaşamın var olduğunu ise Allah c.c. bilir.

Evet, halkta işte tam da bu yüzden yeryüzü gibidir. Cevherler halkın içinde, özünde gizlidir. “Bunlardan adam olmaz” diyenlerin aslında bu tavırlarıyla ifşa ettikleri şey bahsettiğimiz cevheri ortaya çıkaracak bilgi, beceri ve sabırdan yoksun olduklarıdır. Uzmanı olmadıkları bir konuda ahkâm kesseler de zeminin altına inmeye mecalleri yoktur. Nasıl ki bir jeolog’un yeryüzüne bakmasıyla sıradan birinin bakması arasında dağlar kadar fark vardır ve birinin gördüğünü diğerinin görme ihtimali yoktur, gerçek bir davetçinin halka baktığında gördüğüyle davetçi olmayı herkesi dışlama ve tekfir etme olarak algılayan birinin gördüğü arasında hakla batıl arasındaki kadar büyük bir fark vardır.

Birinin gözü umuda, zafere odaklanmışken diğerinin gözü ümitsizliğe ve isyana odaklanmıştır. Biri gerekirse tırnağıyla eşeleyip halkın özündeki cevheri ortaya çıkarmaya çalışırken ve bu uğurda her türlü cefaya ve kahra katlanırken diğeri aslında nefsinin emirleri doğrultusunda hiç sıkıntıya girmeden, gerçek manada hiç çaba sarfetmeden dışlama yolunu seçer. Biri taşlandığı için başından kan akarken “bunlar bilmiyorlar ya Rab!” deyip halk için bağışlanma talep ederken, diğeri iman edenleri bile sudan sebeplerle katletmek ister. Biri yolda gördüğü leşin dişlerini överek güzelliği çirkinliğin esaretinden kurtarırken diğeri var olan onca güzelliği görmez de göz üstündeki kaştan rahatsız olur. Biri dağ yürüyüşünde karşılaştığı gençlerin durumunun uygunsuzluğunu görmezden gelip onlarla şefkatle konuşarak onların imanını kurtarırken diğeri insani her türlü ameli günah sayarak insanları imandan uzaklaştırır. Biri “şer görünenlerdeki hayrı” keşfederken diğeri hayırlardan şer devşirir. Yani tıpkı Kur’an gibi halk da birinin imanını ve iman yolundaki azmini arttırırken diğerininkini azaltır, yok eder.

Asıl mesele bizim yukarıda bahsettiklerimizden hangisini takip etme niyetinde olduğumuzdur. Sabrı, mücadeleyi, azmi ve ümidi seçenlerin yolundan gidip halkla beraber Hakka hizmet yolunu mu seçeceğiz yoksa enaniyeti, ümitsizliği, vefasızlığı ve sorumsuzluğu seçip -haşa- Hakk adına halka düşman mı olacağız? Ümmetin gerçek önderlerinin hayatlarını gerçekten irdeleyenlerin hiçbiri bu soruya cevap vermekte zorlanmayacaktır elbette ama ne yazık ki çevremizde ikinci yolun dayanılmaz hafifliğini yaşayanların sayısı da az değildir. Ki bunların mantığı ile hiçbir Peygamberin (a.s.) çabası örtüşmemektedir. Çünkü bu mantık ile hakikatin bilgisine ilk sahip olanın diğerlerinden uzaklaşması ve hakikati yaymak için hiçbir cefaya katlanmadan halkı topyekün dışlaması gerekmektedir. Ama tarih bize hakikatin taşıyıcılarının neler çektiğini, nelere katlandıklarını ama halkla asla bağlarını koparmadıklarını göstermektedir ki aslında hakikatin tebliğcilerinin halktan başka sermayeleri de hedefleri de yoktur zaten. Çünkü hakikatin hedefi halkın kalbidir ve o hakikati halkın kalbine yerleştirecek olanlar ise onu sırtlamayı göze alanlardır. Görevden ve sorumluluktan kaçınanın ise “nankör” ve “aceleci” olmak gibi vasıflardan kurtulma ihtimali yoktur.

Ayrıca bu görev bütün halkın da görevi değildir ki onların hepsinin bir davetçi gibi düşünmesini bekleyelim. Nitekim Allah c.c. açık olarak “içinizden hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülükten men eden BİR TOPLULUK bulunsun”(Al-i İmran 104) buyurarak bu işin bütün insanların değil o insanlar içindeki bir topluluğun asli vazifesi olduğunu beyan etmektedir ki bu topluluğun ecri de Allah’a c.c. aittir. Kaldı ki bu topluluğun sayısının artması öncekilerin, sonrakilere karşı tavırlarına bağlıdır. Resulullah’a (s.a.a) bile “eğer onlara karşı kırıcı ve sert olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi.”(Al-i İmran 159) diye hitap eden Allah’ın c.c., halka karşı sert davranıp onları hakikatten uzaklaştıranlara nasıl bir sonuç hazırladığını hayal etmek de zor olmasa gerektir.

Biliyoruz bu noktada da bize itirazlar gelecek ve gerçekten halkın büyük kesiminin laftan anlamadığı söylenecektir. Bu noktada biz de diyoruz ki elbette ki yeryüzünün bazı noktaları da çöldür. Görünüşte kurak ve ıssızdır. Üzerlerinde hiçbir bitki yetişmediği gibi birçok zehirli sürüngene de ev sahipliği yapar ve yol, iz bilmeden eline düşenleri acımasızca öldürür. Bazı insanlar ve toplumlar da böyledir. Kurak ve ıssızdırlar. Çok fazla zehirli “haşerat” vardır içlerinde. Bu yüzden böyle çöllere alışık olmayanların bu tiplerle karşılaştıklarında yollarını değiştirmeleri hem kendileri hem de muhatapları için elzemdir. Fakat işin ehli olanlar için durum farklıdır. Onlar hangi çölde hangi yolu takip edeceklerini, nerelerde vahalar olduğunu, nerelerde su kuyuları bulunduğunu bilirler. Her türlü zehre karşı bir panzehirleri vardır ve mesela birçok çölden petrol gibi bir cevheri çıkaran da onlardır. Onlar bu işin ehlidirler ve bizlerin kurak diye dışladığı, yanından bile geçmediği nice çöllerdeki vahaları ortaya çıkarmayı başarmışlardır.

Velhasıl nasıl ki yeryüzünde yaşamaktan vazgeçmiyorsak, dağlarda, ovalarda, denizlerde ve hatta çöllerde bulunan cevherlerden yararlanmaya devam ediyorsak, bunların altındaki cevheri göremediğimiz halde bu cevherlerin varlığından eminsek ve sırf göremediğimiz için bu cevherleri bu yeryüzünü terk etmiyorsak, bu halka karşı tavrımızı da gözden geçirmeli, gördüklerimizden çok da ha fazlasının göremediğimiz özde bulunduğunu anlamalı ve asla halktan umudumuzu kesmemeliyiz. Aksi takdirde şefkat ve merhamet mektebinden zulüm ve şiddet diyarına hicret eder ve o diyarda komşu olduklarımızla haşroluruz…

siyasetmektebi.com

Etiketler

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

 
Başa dön tuşu
Kapalı