HasbihalSon Yazılar

GÜNEŞ GÖZLÜĞÜ…

Bugüne kadar hep, “at gözlüğü” takıp çevrelerindeki olayları yorumlayanlar eleştirildiler az buçuk düşünme kabiliyetine sahip olanlar tarafından. Çevrelerini tam olarak göremedikleri ve bu yüzden tek düze ve sıradan düşünce yapısına sahip oldukları için, hatta gerçek manada düşünemeyip kendi yerlerine düşünenlerin onları yönlendirdiği yönü kıble edindikleri için, tek doğrunun onların iki gözünün dümdüz baktığı alanda bulunduğu zannedip burunlarının dikine gittikleri ve bu yüzden de çoğu zaman “sağdan, soldan” gelen darbelere maruz kaldıkları için at gözlüğü takanlar sürekli olarak eleştirildiler. Çünkü bunların başka bakış açılarına, başka yönleri görmeye, başka türlü düşünmeye veya gördüklerini, hak sandıklarını eleştirmeye mecalleri yoktur ve bu tip bir tek boyutluluk gerçekten de eleştirilmeyi ve kınanmayı hak etmektedir. Zaten zalimlerin ve zulümleri ile abad olmaya çalışanların hitap etmeyi, yönetmeyi, idare etmeyi ve “başkanı” olmayı diledikleri toplumun bütün özelliklerini (sığ, düşünemeyen, tek boyutlu, manipülasyona açık, dostu düşmanı tanımayan, akledemeyen, çokça şükredip, çok razı olup ama sorgulamayan, oyuna gelmeye ve tuzağa düşmeye hazır, yönlendirilmeye müsait, bilgiden uzak, fikre düşman ve çabuk gaza gelen) at gözlüğü takan ve bu gözlüklerinden gayet memnun olan topluluklar taşımaktadır ve bu durum sinsilikte ustalaşmış her zalimin hayal ettiği ortamı ona sunmaktadır.

Fakat en az at gözlüğü kadar tehlikeli bir başka gözlük çeşidi de vardır ve bu gözlük çeşidini takanlar at gözlüğü takanları eleştirdikleri için çok fazla göze batmamaktadır. O da, yazımızın başlığında da belirttiğimiz güneş gözlüğüdür. Evet, güneş gözlüğü takmak at gözlüğü takmak kadar tehlikelidir fikir dünyasında. Ama at gözlüğü takanların sıradanlıkları güneş gözlüğü takanlarda bulunmadığı için ve bu gözlük çeşidi kendisini takanları tabiri caizse daha havalı(!) gösterdiği için dikkat çekmemekte, aksine moda haline gelmektedir. Hele bir de pahalı bir marka güneş gözlüğü yani afili olanlarından takılmışsa (sizin anlayacağınız üç-beş kitap okunup sokağa çıkılmışsa) vay o toplumun haline.

Çünkü bunların kafası at gözlüğü takanların aksine her yöne dönebilme yeteneğine sahiptir ve bunlar her yeri görebilmektedir. Ama bir farkla ki o da şudur; bunların gözlerinin önünde genellikle karatılmış bir cam vardır. Bunlar olan bitenin kendilerince farkındadırlar, olayları takip eder, fikir yürütür ve yine kendilerince yorum yapabilirler. Sürekli olarak “pesimistler”, kötümserliğin dibine vurmada rekor üstüne rekor kırarlar. Bunların dünyasında umuda yer yoktur. Öğrenilmiş çaresizlik konusunun tam anlamıyla denekleri bunlardır. Her türlü sorunu idrak eder ve hatta bizlerin de farkına varmadığı sorunları bulur, ortaya çıkarırlar. Düşmanı teşhis eder, tanırlar ama çözüm konusunda zerre fikirleri olmadığı gibi çözümün varlığını da kabul etmezler. Gözlerinin önündeki karartılmış camdan dolayı dünyaları sürekli karanlıktır.

Güneşin aydınlığından faydalanamaz, gündüzün ferahlığını hissedemezler. Her daim gecede yaşarlar. Hem de yıldızsız, aysız bir gecede yaşamaya kendilerini mahkum ederler. Yarasalardan bile beterdirler ki onlar ses dalgaları ile yollarını bulurken bunların önlerindeki her yol çıkmaza, uçuruma sürüklemektedir kendilerini. Güneş doğmayınca dünyalarına, bahar da gelmez ister istemez ve çiçeklerin rengarenk ve ümit bahşeden görüntülerinden mahrum kalırlar. Bunlar düşmanı iyi tanırlar. Ama dostu tanıma saadetinden mahrumdurlar. Zaten “en azından” dostu tanıyamasınlar diye en şatafatlısından gözlükler sunulmuştur kendilerine.

Öyle bir dünyada yaşarlar ki herkes düşmandır ve düşman çok güçlüdür onlar açısından. Varlıklarını çok küçümserler ve devasa düşman karşısında bir zerre dahi olamadıklarını söyleyip aşağılık kompleksiyle karışık çaresizlik hissini hem yaşar hem de yaşatırlar çevrelerine. Bütün tuzakların ve oyunların farkında olduklarını söylerler fakat kendilerinin içinde debelendikleri tuzaktan haberleri dahi yoktur. Öyle ki düşmanları kendilerine, kendi düşmanlarını da düşman diye tanıttığı için yalnızlık girdabına kapıldıklarını fark edemezler. Bu yüzden bütün bilinçleriyle(!) bir köşeye çekilip usulca, gördükleri bütün ihanetleri sineye çekmeye mecbur hissederler kendilerini.

Tam da bu noktada bu bahsettiğimiz sıkıntılı durum daha iyi anlaşılsın diye bir anektodu aktarmakta fayda var. Bir kardeşimiz beraber çalıştığı bu hastalığa müptela olmuş iş arkadaşından şöyle bahsederdi: “Sürekli odama gelir siyonistlerin oyunlarından, her köşe başını ele geçirdiklerinden, çıkardıkları savaşlarla kendilerine muhalif olabilecek bütün halkları kendilerine muhtaç bıraktıklarından, hatta 1. ve 2. dünya savaşlarının dahi siyonist rejimin kurulması için tezgahlandığından, bütün medya organlarına sahip olduklarından dem vurur, bunların (siyonistlerin) insanlığın düşmanı olduğunu söylerdi. Bunları duymak hoşuma gider bu arkadaşın bizim gibi düşündüğünü zannedip mutlu olurdum. Bir süre sonra fark ettim ki bu arkadaş sürekli olarak düşmandan bahsetmekte, sorunları dile getirmekte fakat çareye yönelik bir tek cümle kurmamaktaydı. Bir gün ‘Bu dediklerinin tümü doğru da biz ne yapmalıyız buna karşı? Siyonistler bunca tuzak kurup bunca zulmü yapıyorlarsa bize düşen nedir?’ diye sorduğumda ‘Hiç bi şey yapamayız’ dedi. ‘Bizim hiç gücümüz yok, her şey onların elinde’ diye ekledi. Şaşırmıştım. ‘O halde bu anlattıklarını bilmenin ne manası var, sessizce otur ve yaşadığına şükret’ dedim. Bu konuşmalar sırasında ne kadar ayet ve hadislerden örnek sunsam da, İslam İnkılabının ve direniş cephesinin zaferlerinden bahsetsem de ne yazık ki bu arkadaşın üzerindeki ölü toprağını atamadım. Hatta fark ettim ki İslam İnkılabını da dost diye tanımamakta, siyonistlere karşı direniş cephesinin zafer kazandığına inanmamakta daha doğrusu inanamamakta.”

İşte yazımızın başından beri bahsettiğimiz “güneş gözlüğü” sorunu tam olarak budur. Bu gözlüğün rengi ne olursa olsun asla hakikatin rengini göstermez ve kendisini takanları ya karanlığın dibine çeker ya da hangi renkteyse dünyayı o renkte göstererek “gerçekten” uzaklaştırır. Oysa hayatın gerçeği yukarıdaki örnekte bahsettiğimiz şahsın gördüğü gibi karanlık veya geceye mahkumiyetten farklıdır. Yapılan “somut” ve “fiziksel” deneyler dahi umudun ve ümidin maddi manevi faydasını gözler önüne sermektedir. Geçenlerde sosyal medyada izlediğimiz ve Çin’de bir hastanede çekilmiş bir tedavi seansı da bunu ispatlamaktadır. Vücudunda 8 cm’lik bir tümör bulunan hasta, başında duran üç doktorun (ki bu konuda eğitimlilermiş ve muhtemelen bu hastayı da daha öncesinden bu tedavinin başarılı olacağına inanacağı şekilde hazırlamışlardır) 3 dakika boyunca o hastalığın “geçtiğine” dair telkini sonucunda tümörden kurtulmuş ve bu süreç anlık olarak videoya çekilmişti. Evet, ölümcül olan bir tümör, ondan gerçekten korkmayan ve onun ortadan kalkmasını gönülden isteyenlerin “umut” dolu telkinleriyle dakikalar içinde yok olup gitmişti.

Bu ve benzeri deneyler bize şunu gösteriyor ki her hissin, her düşüncenin ve yaratılmış her şeyin birbirine olumlu ya da olumsuz tesiri vardır ve olumlu düşüncelerin neticesi de illa ki olumlu olacaktır. Şifaya olan inanç, bedendeki tümörü nasıl ki ortadan kaldırıyorsa, insanlığın kurtuluşuna olan inanç da insanlığın bünyesindeki tümör olan zulmü ortadan kaldıracaktır. Bu yüzden Kur’an sürekli bir umut ve ümit kaynağıdır ve kesin biçimde zaferin inananların, mazlumların ve mustaz’afların olacağına muhatabını ikna etmek istemektedir. Kur’an, öyle bir dille zaferden bahseder ki kendine inananların herhangi bir şekilde kötümser olma ihtimalleri yoktur. Zaten “ümit Allah’tan c.c., ümitsizlik şeytandandır” ilkesi de bu yüzden ilahi bir düstur olarak kalplere yerleştirilmiştir. Yani kalbinde zerre kadar ümitsizlik taşıyanların bilmeleri gereken hakikat şudur; kalplerindeki o zerre şeytanın eline geçmiştir. “De ki: Ey kafirler! Yenilecek ve cehenneme sürüleceksiniz” (Al-i İmran 12) ve “Üzülmeyin gevşemeyin, eğer inanıyorsanz galip gelecek sizlersiniz” (Al-i İmran 139) diye buyuran Allah’a c.c. iman eden herhangi bir müminin, düşmana bakıp da onun gücünden(!) dolayı çaresizliğe kapılma gibi bir hastalığa yakalanma ihtimali yoktur.

Yeter ki gözümüzün nurunu herhangi bir gözlükle perdelemeyelim, gözümüzün önüne çekilecek her renkten örtüye, cama karşı çıkalım, onu Allah’ın c.c. yarattığı fıtrat üzere, değiştirmeden ve saf olarak kullanalım. O zaman düşman kadar dost da belirginleşecek, gece, gündüze yenilecektir. Unutmayın ki güneş girmeyen eve doktor girdiği gibi güneşe kapalı göze de perde iner…

siyasetmektebi.com

Etiketler

İlgili Makaleler

4 Yorum

  1. Umut, ümit, mutlu olmak, güçlü olmaya çalışmak, direnmek bunlar psikolojik olarak insana fayda getiren ruh halleridir fakat 8 cm tümör bulunan hasta 3 dakikalık telkinle iyileşiyor safsatasını anlatmanız çok korkunç.

    Geçtiğimiz günlerde gayet imanlı, namazlı, dualı bir ağabeyim ki kendisi 45 yaşlarında oldukça fit ve mutlu bir insandı, küt diye gitti ve mide kanseri teşhisi konulduktan sonra bir süre bitkisel tedavi veya sizin tabirinizle inanç ilacıyla hastalığı yenmeye çalıştı ve olmadı.

    Siyonistlerin bizi yok etmek istediği masalına gelince de siyonistler veya her türlü güç odağı kendisiyle uğraşanla uğraşıyor, bu doğanın kanunu.
    Ortalama insan ömrü uzarken ve hayatımızı kolaylaştıran nesneler (parasını vermemiz kaydıyla) siyonistlerce üretilirken, bizim onlar açısından tek değerimiz paradır.
    Liberalizm insanın aç gözlü doğasına hitap ettiğinden ve kendisini sürekli geliştirdiğinden hakim ideoloji olarak çığ gibi büyümektedir.
    Burada genelde İslam, özelde ise İran İslam İnkılabı bu insan doğasına uygun (özgürlükçü ve sınırsız) liberalizme karşı nasıl başarıya ulaşacak tartışılır.

    Direniş cephesinin özellikle Rusya ile ve yarınlarda kim bilir başka melanet ülkelerle işbirliği içerisinde olmayacağının garantisi var mıdır?
    Yapılan her şeye vardır bir hikmeti şeklinde bakarak, ilkesiz bir yolculuğa devam etmektense güneş gözlüğü takıp aynen dediğiniz gibi sessizce oturuyor ve yaşadığıma şükrediyor, dünya hayatımın olabildiğince uzun olmasını ve sonlanmasını bekliyorum.

    “Şifaya olan inanç, bedendeki tümörü nasıl ki ortadan kaldırıyorsa, ” demişsiniz ama öyle bir şey yok 🙂

    Kanamalı bir hastalığınız olduğunda ve kan kaybederken inanç ile akışı durdurabilir misiniz?
    Net olmayan unsurlara ilahi bir kılıf giydirerek gariban halkımızı kandırmayalım.

    “muhatabını ikna etmek istemektedir. ” demişsiniz ya, hakikatin iknaya ihtiyacı var mıdır? Örneğin güneş doğduğuna bizi ikna etmeye çalışıyor mu? İkna, telkin, ritüel, inancı yayma çabası bunlar içerisinde eksiklik barındıran unsurların çabasıdır.

    Uhud savaşında korkudan 3 günlük mesafeye kaçanlar içlerinde peygamber varken bu işi yapmadılar mı?
    İslam yenilmesi mümkün olmayan bir ideolojidir çünkü zafer de olsa kazandık diyor, yenilse de şehadet diyor 🙂
    Kazanmak şehadet ise haklısınız ama yenmek ise görünen köy ortada. Güçlü olmak lazım.

    1. Öncelikle üşenmeden yazılarımızı okuyup uzun uzadıya yaptığınız yorumlar için teşekkür ederiz.

      Fakat bu yorumlarda şiddetinizin, fevriliğinizin nedenini anlamadığımızı ve “ne bu şiddet bu celal” diye düşündüğümüzü de belirtmek isteriz.
      Baştan belirtelim ki bizim “insan”ı algılayışımız ve tanımlayışımızla sizin insan algınız temelden farklı olduğundan birbirimizi ikna etmemiz (hele ki yazarken kullandığınız saldırgan üsluba bakılırsa) ve hatta birbirimizi anlayarak görüş alışverişinde bulunmamız mümkün görünmüyor. Bu yüzden bu yorumunuza ve “körler diyarında görmek” başlıklı yazımızdaki yorumunuza cevap verip bu tartışmaları kısır döngüye yol açmadan burada bitireceğiz. Çünkü temelden farklı olan iki bakış açısının bu ortamlarda pek de uzlaşabileceğini zannetmiyoruz.

      Gelelim yorumunuza…

      Umudun ve ümidin sadece psikolojik olarak faydalı olduğunu belirtmişsiniz ama psikolojinin insan bedenine olan etkisinden bihaber olarak bu hissiyatların tedavide oynadığı rolü inkar etmişsiniz. Bizim yazıda beyan ettiğimiz tedavi, kendimizin uydurduğu veya tahayyül ettiği bir tedavi değil, bizatihi bu işin uzmanı olan bir doktorun kanser ile ilgili bilimsel bir toplantıda yaptığı sunumdan alıntıladığımız tedavi yöntemidir. Yani sizin “safsata” dediğiniz, ispatlanmış bir metotdur. Ve psikoloji ile ilgilenen ve insanı tek boyutlu algılamayan herkes bilir ki psikolojinin, umudun, ümidin, mutlu olmanın, direnmenin, güçlü olmaya çalışmanın insan bedeni üzerinde inkar edilemeyecek etkileri vardır. Bununla ilgili sayısız deney vardır ki birazcık araştırmayla bunlara ulaşılabilir.

      Elbette ki her hasta sadece psikoloji ile düzelmeyebilir, psikoloji iyileşmeye yardımcı mühim bir unsurdur ve biz sadece bunu anlatmaya çalıştık. Vefat eden yakınınızı (Allah c.c. rahmet etsin) örnek verip “bakın psikolojisi düzgün olanlar da ölüyor” diye itiraz etmeniz mevzuyu zerrece kavrayamadığınızı ve bu işin derinliğine inemediğinizi göstermektedir. Kaldı ki ne yapmak gerekir? Hasta olana “sen öleceksin” mi demeliyiz? Onu yok saymalı ve çökmesine katkıda mı bulunmalıyız? Yorumlarınızda genel olarak gözlemlediğimiz “öğrenilmiş çaresizlik” durumunu bizim de mi kabullenmemizi ve kendimizi ve içinde yaşadığımız toplumu yokluğa, yenilgiye mahkum olarak görmemizi mi istiyorsunuz? “İnanın”, “İnsan”ı yaratana ve o “insan”a inandığımız için bu mümkün değil. Siz dilediğiniz gibi pes edebilir, yokluğu bekleyebilir, hastlandığınızda tabutunuzu ve mezarınızı hazırlayabilirsiniz ama biz aldığımız her nefesi direniş yolunda harcamaya niyetliyiz ve İmam Ali’nin a.s. dediği gibi bize göre “hayat muzaffer olarak ölmemizdedir.” Hiçbir düşman bizim bu dünyada boyun eğerek, zilletle yaşadığımızı(!) görmeyecek, göremeyecektir. Ve bu inancımız ve umudumuz ile diğer insanların da hayat bulmalarına vesile olacağız.

      Siyonizm ve liberalizm ile ilgili sözlerinize gelince bizim için bu sözlerinizin değeri yoktur. Siz siyonizmin insanlığa yönelik işlediği her türlü suçu “doğanın kanununda var” diyerek meşru görebilirsiniz ama bizim algıladığımız ve inandığımız doğanın böyle bir kanunu yoktur. Bu kanunu kim koymuştur? Kim birilerinin yeryüzünün bütün sermayesine sahip olacağını, geriye kalan çoğunluğun ise bunlara köle olması gerektiğini kanunlaştırmıştır? Ve kim bunun gayet normal olduğunu dayatmıştır? Bizim inancımızda böyle bir şey yoktur. Biz “bana dünyanın hazinelerini verseler dahi bir karıncanın ağzındaki buğday tanesini zorla almam” diyenlerin takipçileri olarak ne zulmün ne de zulme rızanın doğanın kanunu olmadığını, aksine bunların yaratılış kanunlarına aykırı hareket edenlerin dayatmalarından ibaret olduğunu düşünmekteyiz. Siyonizmin insan ömrünü uzatması hikayesi ise gerçekten yorumdaki şakalarınızdan biri olmuş. Siz hakikaten siyonizmi hiç araştırdınız mı? Siyonizmin o bahsettiğiniz üretim gücünü nasıl ele geçirdiğine hiç baktınız mı? Peki “masal” dediğiniz “insanlığın sayısını azaltıp köleleştirme” mevzusunu bizatihi siyonistlerin kendi ağızlarından hiç dinlediniz mi? Mesela Ted Turner’ın kim olduğunu biliyor musunuz? Veya o kadar uzağa gitmeyelim, birkaç yıl önce bu memleketin meşhur bir sermayedarının “80 milyon nüfus çok, 50 milyona düşmesi lazım” dediğini hiç duydunuz mu? Ya da batıdaki birçok vicdanlı doktorun özellikle aşı kampanyaları ve bir anda ortaya çıkarılan hastalıklar ile ilgili yayınladıkları bildirileri, açıklamaları hiç okudunuz mu? Bunların tümünü bilip de halâ “masal” diyorsanız kusura bakmayın ama sizin kabullenmişlikle süslenmiş dünyanızla bizim dünyamızın uyuşma ihtimali yoktur.

      Liberalizmle ilgili sözlerinize bakılırsa ya sermaydarsınız, ya sermayedar olma yolunda ilerliyorsunuz. Aksi takdirde sermaye sahiplerinin sizin deyiminizle “aç gözlü doğasına” kurban gittiğiniz halde düşmanına aşık olan ve aslında onun yerinde olsa aynı zulmü kendisi de yapacak olan birisiniz ki bu takdirde sizinle tartışmanın mantığı kalmamaktadır. Daha önce de dediğimiz gibi insanın doğası diye bize sunduklarınızın, aslında insanın fıtratını bozması sonucu ortaya çıkan zulümler olduğunu kabullendiğimizden bizim yırtıcı bir ekonomik düzeni benimseme ihtimalimiz yoktur ve inanın çok yakın bir zaman diliminde siz de mutlu bir azınlığın dışında kalan çoğunluğun haklarını “doğaları” gereği nasıl aldıklarına şahit olacaksınız. İslam ve İslam İnkılabı sömürmeden, çalmadan, zulmetmeden de insanların bir arada yaşayabileceğini, idarecilerin halkın hizmetkarları olduğunu, gerçek özgürlüğün insani özgürlüklerin garanti altına alınmasıyla gerçekleşeceğini bi-fiil insanlara sahada ispat ederek bahsettiğiniz ve neredeyse övdüğünüz siyonizmi ve liberalizmi ortadan kaldıracaktır merak etmeyin.Eğer az çok dünya siyasetinden haberdarsanız bunun işaretlerini zaten görebilirsiniz.

      Direniş cephesi tüm dünya ülkeleri ile “siyonist rejim ve terörist rejimler” hariç elbette ki ilişki kuracaktır. Ama inanın ki sizin zannettiğiniz gibi bu çıkar ilişkisi değil o ülkelerinin halklarının haklarını savunabilmek ve onlara hakkı ulaştırabilmek için olacaktır. Ticari ilişkiler de gelişecektir. Bunda ne gibi bir sıkıntı vardır bilemiyorum. Ama Rusya’nın sizin yorumunuzda övdüğünüz siyonist ve liberalist diğer “melanet” ülkelerden size göre neden daha kötü olduğunu da anlamış değiliz. Kaldı ki Rusya ile ilgili görüşlerimizi bu sayfalarda defalarca belirttik ve Rusya’nın idaresinin samimi olmadığını da beyan ettik. Emin olun Direniş cephesinin basiretli İmamı da bunu biliyor. Yeri zamanı geldiğinde bu hakikat ortaya çıkacaktır. Siz güneş gözlüğünüzden memnunsanız bizim diyecek bir sözümüz yoktur. Siz “bencil ve egosit”çe “yaşadığınıza şükredip” “hayatınızın uzun olmasını” dilerken, biz yeryüzünün herhangi bir noktasında gözyaşı döken bir mazlumun derdine deva olabilmek için Allah’a c.c. yalvarıyor, zilleti hayat olarak kabullenmiyoruz.Hayatımızın anlamlı olmasını uzun olmasına tercih ediyoruz. Bu yüzden yine sizinle uyuşamıyoruz.

      Şifayla ilgili sözlerinize yukarıda cevap vermiştik uzatmamak için tekrar etmiyoruz. Ama “gariban halkımızı kandırmayalım” sözünüzün yeni bir şaka olduğunu düşünüyoruz. Zira bütün yorum boyunca vahşi ve saldırgan fikirlerin insan doğasına uygun olduğunu, kendinizden başkasını düşünmediğiniz için şükrettiğinizi yazıp sonra da “gariban halk” kavramını kullanarak kendinizle çelişmişsiniz? Halk garibansa ve siz bu halkın garibanlığına acıyorsanız onları bu garibanlıktan kurtarmak için çaba göstermeyi neden eleştiryorsunuz?

      İkna ile ilgili sözleriniz ise hakikaten “safsata”dan başka bir şey değildir. Her fikir kendinden haberdar olmayanları iknaya çalışır. Onlara ulaşmaya, onların kalplerine girmeye çalışır. Bunun neresinde eksiklik olabilir? Siz ikna ile yalanı birbirine karıştırıyorsunuz. Biz hakikatin yalana, dolana ihtiyacı olmadığını düşünüyoruz. Güneş, gözlerini kapatanlar hiçbir zaman doğmuyor ki. En azından onun doğduğundan haberleri olmuyor ki. Evlerini kapkara perdelerle kapatanların güneşten bihaber kalmaları gayet doğaldır ve biz o perdeleri kaldırmaya çalışıyoruz. Peki sizin derdiniz ne? Neden bizi ikna için uğraşıyorsunuz? Hangi eksikliğinizi kapamaya çalışıyorsunuz? Kendinizle çelişmeyin lütfen.

      Biz Uhud’dan kaçanların değil, son ana kadar Resulullah’ın s.a.a yanında dimdik duranların takipçileriyiz. Size de tavsiyemiz kaçanlara bakıp soğuyacağınıza, dik duranlara bakıp sevin. Elbette ki İslam yenilmezdir. Şehadet de zaferdir, zafer de. Bunun neresi sizi rahatsız ediyor bilemiyoruz ama bir müslümanın hiçbir zalim karşısında teslim olmamasını sağlayan inanç da budur ve biz gayet memnunuz. Bizim gücümüz şehadetten gelir zaten ve bu yüzden de güçlüyüz. Maddiyata tapanların sahada bizi yenememelerinin nedeni de budur ve hakikaten görünen köy klavuz istememektedir. Ama bugün artık İran İslam İnkılabı gibi bir güce de sahibiz ki sormayın gitsin. Zulmetmediğiniz sürece sizi bile kurtaracaktır rahat olun…

      siyasetmektebi.com

      1. Öncelikle cevabınız içinteşekkür ederim.

        Dediğiniz gibi kafam karışık, bilgilerim yetersiz, bazı konularda da cahilim (bildiğini sanma hastalığa tutulmuş kişi)

        Kastettiğim bazı görüşleri tam aktaramamışım, bir yorumda çok ciddi ve uzun mevzularla sizi muhatap ettiğim için özür dilerim. Bu yorum/lar aslında yazıları okuduğum anda aklımda oluşan eleştirel düşüncelerin çok planlı olmayan tezahürleridir.

        Ben sizi veya herhangi birini ikna için uğraşmıyorum, tek derdim kendimle. Kendimi ikna etmeye, olaylara farklı pencerelerden bakmaya çabalıyorum. Çelişkiler ve karmaşalar bunun sonucu olabilir.

        Dediğiniz gibi farklı pencerelerden bakıp, aynı kavramlara farklı anlamlar yükleyerek bir yere varmamız mümkün değil lakin sizin yorumlarınız da saldırganlık/hırçınlık/bencillik çerçevesinden benimkilerden kalır mı okuyuculara bırakalım 🙂

        “Hazır olda değildik rahat da durmayacağız.” (Malcolm X)

        Not: Bir sürü soru sormuşsunuz ve “kısır döngüye yol açmadan burada bitireceğiz.” demişsiniz oysa ki sizinle aynı çukurda debelenmeyen en azından yazınızı okuyup size yorum yazacak kadar değer veren ve vaktini ayıran birini kaçırmasanız iyiydi ama hayırlısı.

        Vesselam.

        1. Anlamak ve anlatmak için yorum yapıp, makul bir tartışma ortamı içerisinde yazdığınız sürece elbette ki sizin fikirlerinizi öğrenmeyi ve fikir teatisinde bulunmayı isteriz. Ama daha önce öyle ilginç okurlarla karşılaştık ki sordukları soruları defaatle sorup ne kendilerine ne de bize katkıda bulunmayacak bir süreci başlattılar. Bu yüzden eğer siz de böyle bir sürecin fitilini ateşleyecekseniz bizim fikrimiz budur, katılmazsanız da yolunuz açık olsun demek istedik. Yoksa belli bir düzen ve sıra içerisinde ilmimiz ve gücümüz yettiğince sizinle yazışmak bizim için sorun teşkil etmez.

          İkna mevzusu farklı bir konu. Her fikir veya fikir sahibinin başkalarına fikrini sunma amacı iknadır aslında. Yani kimse “benim fikrimi benimsemeyin” demek için fikir üretmez ve bu çok da doğal bir durumdur. Ama kendinizi iknaya gelince ne yazık ki içinde bulunduğunuz şüphe diyarından çıkmadıkça bu mümkün değildir. Belki sonra ele alırız ama şu kadarını beyan edelim ki şüphe aslında birazda kişinin sorumluluktan kaçış aracıdır. Bu araçla dilediği fikre uğrar, dilediğini ezer geçer ama yerleşik hayata geçip o hayatın mesuliyetlerini üstlenmek zorunda kalmaz. Bugüne kadar tanıdığımız bütün şüpheci arkadaşlarımızın farkında olmadıkları asıl sorunları buydu. Ve belli bir süre sonra bunu kabullendiklerine şahit olduk. Anlayacağınız onları buna “ikna” ettik.

          Yorumlarımızdaki saldırganlıga gelince, inanın bu bizim suçumuz değil. Yazdıklarınızı bir kez daha okursanız üslubunuzun sertliğini, yargılayıcılığını ve üst perdeden bize yönelttiğiniz haykırışlarınızı görebilirsiniz. Biz sadece size ayna olduk ve belliki rahatsız oldunuz. O halde nasıl karşılanmak istiyorsanız öyle yaklaşın ki sorun yaşanmasın.

          Sizi kaçırma gibi bir derdimiz yok. Dediğimiz gibi iş kısır döngüye dönmediği ve usluba dikkat edildiği sürece bizim için sorun yok. Siz yeter ki düşünün. Bizim gibi düşünmenize gerek yok. Sadece bütün samimiyetinizle hakkı, hakikati, gerçeği arayın burda veya başka bir yerde illaki bulursunuz.

          Şehit Malcom’dan r.a. güzel bir söz nakletmişsiniz, biz de Şehit Ali Şeriati’den bir söz nakledelim; “Rahatsız etmeye geldik”. Ve hamdolsun ki rahatsız ediyor, rahatlık ve konfor hevesinden uzaklaştırıyoruz okurlarımızı.
          Not: “Körler diyarında görmek” başlıklı yazımıza yaptığınız yoruma uygun bir zamanda cevap vereceğiz.

          Saygılarımızla…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

 
Başa dön tuşu
Kapalı