GÜN DEMLENMİŞ YİNE…

Birkaç gün analiz etmeyince, normal diyarlarda birkaç yılı kuşatacak kadar gündemin analiz için birikmesi, nev-i şahsına münhasır memleketlerin özelliği olsa gerektir. Böyle memleketlerde gündem gündem üstüne birikmesi “doğal” sebeplerden olmadığı için, birini anlamaya çalışan kişi, o çabasını sonlandırmadan diğerine maruz kalıp zihninin enerjisini bölmek durumunda kalır ve ardı ardına gelen bu gündemler bir süre sonra yarattıkları çığın altına kalan zihni kuşatarak çaresiz bırakır. Böylece “gündem belirleme ustalarının” istediği ortam oluşur ve insanlar “hangi birine kafa yoralım” çaresizliğiyle düşünmekten, sorgulamaktan, akletmekten ve analiz etmekten vazgeçerler.
Bu, tam da gündem belirleyicilerin istediği şeydir ve onların işine gelir. O andan itibaren muhatapları, kendileriyle alay edilebilecek varlıklar olarak görünür gözlerine ve hadsizliklerine hadsizlik eklenir. Utanmazlık, yüzlerine ve özlerine saltanat kurar, kibir ve nefretin ordularının işgali altındaki kalplerinden her hücrelerine zulüm pompalanır. Suskunluğun ve eğilmiş boyunların ortasında, küçük veya büyük fark etmez, bütün dağları yaratmış olmanın verdiği tekebbürle “ayaklarını, yeri deleceklerini zannederek sertçe vura vura” yürürler.
İş artık öyle bir boyuta varır ki hizmet etmekle yükümlü olduklarına hükmetmenin kendi doğal hakları olduğunu düşünürler. Ellerine geçen parayla hayatlarını idame ettiremediklerini söyleyenlere “simit çay” hesabı yapıp tasarrufu, tv kanallarında “çöpten nasıl karın doyurulur” temalı programlarla hayatta kalma yollarını öğretirler. Ha bir de arada, “bu çöplere ne kadar ekmek atıyorsunuz, bakın bir sürü de ot var” gibisinden, yaşadıkları yoksunluğun kaynağının israfları olduğunu anlatmaya çalışırlar.
Var olan yokluğu, fakirliği, yoksunluğu asla üzerlerine almaz, halkı, halka zulmetmekle suçlarlar. Eğer fiyatlar artmışsa bunun sorumlusu asla idareciler olmaz mesela. O fiyatları arttıran çiftçi, komisyoncu veya pazar esnafı vatan haini olur. Ulaşıma, yakıta, elektriğe, doğalgaza vs. yapılan zamları, uygulanan fahiş fiyatları, artan döviz kurlarını asla gündem etmez, çok üzerlerine gidilirse “dolarla mı maaş alıyorsunuz” diyerek ekonomi yönetimindeki dehalarını ortaya koyarlar. Gerçi bu soruya o memleketlerdeki herkes “keşke” diyerek cevap vermek ister ama vasıflı bir güreşçi olunmadığı sürece bunun mümkün olmadığını bilirler. Baktılar ki hala itirazlar var hemen idare ettikleri toplumun içine “ben hep 50 liralık alıyorum”cu uşaklarını salıp umursamazlığı yaymak için uğraşırlar.
Kimi zaman idare ettikleri halkın öfkesi, korku bentlerini aşıp kendilerini kamuya açık alanlarda yokluk ve geçim sıkıntısı için sorgulamaya sebep olursa, hiç duraksamadan karşı saldırıya geçer, var olması gayet normal telefon ve interneti kendileri, babalarının hayrına millete sunmuş gibi gündem ederler ve telefonun karın doyuran(!) yönünü ortaya koyarlar. İlginç ekonomistlerdir bunlar. Hem halkı müsrifliğe sürüklemek ve kredilerle geleceğini ipotek altına almak için her türlü zemini hazırlarlar, hem de bu zemin üzerinde yürüyen halkı müsriflikten dolayı aç kalmış gibi gösterirler. Nerdeyse hava ve su gibi ihtiyaç haline geline telefon vb. teknolojik eşyayı icad edenlerden daha fazla sahiplenir ve kendilerinden önce bunların olmadığını beyan edip, parayla satın alınmış olan bu eşya için kendilerine şükredilmesini beklerler.
Ama hiçbir şekilde “açız” diyenlerin neden aç olduğunu, niye böyle bir sitemde bulunduklarını, sorgulamaz, dertlerini asla dinlemezler. “Telefonu varmış” cümlesi bunların yegane kalkınmışlık izahıdır çünkü. Oysa o telefonu olanın ne duran, uçan veya yüzen sarayı, ne saraycıkları, ne korumaları, ne lüks araçları, ne bankalarda milyar dolarları, ne üç beş maaş alan hısım akrabaları vardır. Ne de o garibanın ömründe ejder meyvesini veya chia tohumunu görmüşlüğü vardır.
Ama olsun. Telefonu vardır ve bu da yetmezmiş gibi internet paketine sahiptir. Bunun ötesini istemek şükürsüzlük, nankörlük ve isyandır. Ve isyan edenler “bir gece ansızın gelinmesine” “işin bitirilip gidilmesine” hazır olmalıdır. İtiraz, sorgulama ve isyan asla kabul edilebilir eylemler değildir. Yapan vatan hainidir. Çünkü vatanın “sahibi” vardır. Ve o sahibin “şahsına” itaat etmeyeler ortadan kaldırılmalıdır. Sahibi olan yerde yaşayabilmenin yegane kuralı ise köle olmaktır. Aksini iddia etmeye niyetlenin gece yarsı evinin kapısını ve penceresini sıkı sıkıya kapatması gerekir. Zira yukarıda belirttiğimiz gibi birileri “bir gece ansızın gelebilir.” Ne hikmetse bu tip idareciler hep gece çalışmaktadır ve bütün kazançlarını bu tür geceleri borçludur ve sanki bunlar “aydınlıktan geceye çıkaranın” dostudur.
Öyle olmasa sürekli olarak “göğe bakıp Ay’ı görmek” ve göstermek istemezler herhalde diye düşünür insanlar. Çünkü ne zaman gözler uyanmaya, ne zaman zihinler uyuşturucuların esaretinden kurtulmaya başlasalar bir el o halklara göğü gösterir. Yeri geldiğinde “Ay’a doğru dört şeritli yol bile yapabileceklerine inandırır.” İşe yürüyerek gitmek zorunda kalanların veya toplu ulaşım araçlarında balık istifi olmaktan artık neredeyse haz alma seviyesine ulaşanların bir anda ufku açılır. Bütün o yokluklara rağmen artan “itibarlarının” verdiği rahatlıkla, kıskançlıktan çatlattıkları başka halkların düştükleri komik(!) durumu düşünerek huzur kaplar yüreklerini ve zihinleri tekrar dalar yeni uyuşturucunun karşı konulamaz uykusuna.
İdare edilenlerin huzurla daldıkları uyku, idare edenlerin daha rahat çal(ış)masına, icraatları için yeni “yollar” keşfetmelerine, idare ettikleriyle daha arsızca alay etmelerine ve bir ara karşılaştıkları halka “sevindiysen takla at” gibi veciz sözlerle hitap edenlerinden tutun da, hastalığı için çare arayanlara dilenci muamelesi yapıp üç beş kuruş para teklif edenlerine kadar değişik tip ve çapta idareciler devşirmelerine vesile olur.
Ama yine de böyle toplumlarda izah edemediklerinin mizahını yapan ve asla aldanmayan yeni bir nesil yetişir bir zaman sonra. Tıpkı yaptığı her zulümden sonra vezirine halkın durumunu soran ve her seferinde zulmünü daha da arttıran fakat vezirinin en son olarak halkının artık gülmeye başladığını söylediği anda yaptığı zulümlerin sonuna geldiğini anlayan hükümdarın hikayesindeki halk gibi gülmeye başlar bu yeni nesil. Hem de öyle bir güler ki o kahkaha karanlığı delip geçer. Sessizliğin ve suskunluğun saltanatına son verir. Ve bir süre sonra anlaşılır ki bu gülme, son gülenin eylemidir…
siyasetmektebi.com