HasbihalSon Yazılar

GELEN HAK İDİ, BATIL BU YÜZDEN KUDURMUŞTU…

Nice zor vadilerden geçiyordu insanlık. Her vadide düşenler oluyor, her engele takılanlarla doluyordu hakikatin yolu. İnsan denen mahlukatın kemale ermediğinde neler yapabileceğine şahitlik ediyordu cümle alem. En vahşi hayvanlar bile utanıyordu temaşa ettikleri vahşetten. “İnsanlık” iki ayaklıları tariften utanıyordu ve zaten “insanlık” kimilerinin sırtında bir yük haline geliyor, ağırlaştıkça ağırlaşıyordu. Uçması gerekenlerin yerin yedi kat dibine doğru seyr-i süluk ettikleri asırlar birbirini deviriyordu. Alem üç beş günlük bir aydınlanmadan sonra teslim oluyordu karanlığa ve karanlığın ordularının darbeleriyle sönüyordu yol gösteren mumlar bir bir. Nice pervane divane oluyordu mahrum kalınca nurdan, orada oraya savruluyordu çaresizlikten, umutsuzluktan.

En deni sarayların salonlarında yükselirken kahkahalar, o sarayların dehlizlerindeki zindanlardan arşa çıkıyordu mazlumların dudaklarından dökülen ah-u zarlar. Hakk’ın yarattığı alemde haklının mahpus olduğunu, ezildiğini görmenin verdiği sonsuz acının yüreklerde açtığı yaraya merhem bulamıyordu tabipler. Soysuzların, soyluluklarının üzerine inşa ettiği krallıklarda çiğneniyordu asalet takvadan arındırılarak dünyevi makamlara alet edildiği için. Soytarı olmaları gerekenlerin kral olduğu diyarlarda soytarılara gün doğuyor, “çıplak krallar” nifak libasıyla özenle giydiriliyordu. Haram yiyenlerin binbir türlü meziyetinin anlatıldığı o çağlarda, helal ile yetinenlerin heybelerini dolduruyordu eziyet. İhanet, saltanat sahibi olmanın ve saltanatını sürdürmenin en tekin yoluydu ama her hain başka bir ihanetin kurbanı oluyordu.

Din, o çağlarda yüzü eskidiği için(!) ters yüz edilip zamana “uydurulmuş” idi. Ne getiren tanıyabilirdi onu artık ne de o getirene iman edenlerden herhangi biri. Gelişiyle yıktığı sarayları yeniden inşa etme işine girişeli beri din, mazlumdan ziyade zalimin huzur kaynağı oluyordu. Sarayların şatafatı arttıkça camilerin de şatafatı artıyor, her saray kendi gibi bir caminin inşasına neden oluyordu. Böylece maddiyattan mahrum bırakılanlara maneviyat(!) veriliyor, dua fiiliyattan çıkarılarak eylemsiz bir intizara dönüştürülüyordu. Bu paylaşımdan zalimlerin eline iktidar, mal, makam, şöhret ve maddi lezzetler düşerken, mazlumların elinde kırıntılara rıza gösteren din(!) kalıyordu ki o din(!) ile saltanatın arasındaki uzlaşmadan dolayı hiçbir mazlum kendini idare edebileceği zannına kapılmıyordu.

Zaten “mazlumlar idare edilmek için, zalimler de idare etmek için yaratılmışlardı ve ilahi(!) düzen böyle istiyordu” diye bir türkü tutturulmuştu asırlardır ve kimse bunu sorgulamıyordu. Sayfalarında zulme meyletmeyi zalim olmayla eşdeğer tutan kitabın kapağını açmak bir dertti, okumak bir dert, anlamak ise ayrı bir tehlikeydi çünkü o dönemlerde. Çok susanın, çok çabuk kabullenenin ve az soranın makamı daima daha yüksek oluyordu saray yavrusu camilerde anlatılan dinde. Hatta türlü zikirler ile dolduruluyordu boş vakit bulursa soru sorabilecek olanların zamanları ki bu zikirlerin manasını dahi öğrenmelerine müsaade edilmiyordu. Boyun eğmenin kutsallığı öyle bir hale geliyordu ki eğilen boyunlar ile öpülen eller, daha rahat uzanıyordu gözyaşları ile karınlarını doyurmaya çalışanların haklarına. Kullar kime kul olduklarını unuttukları için sarayların kapı kulu olmaktan utanmıyorlardı artık. Şahsiyetlerini yitirenlerin, izzetlerini kaybedenlerin kulluklarını Allah’tan c.c. başkasına sunuyor olmaları ise artık sıradanlaşıyordu.

Neredeyse 14 asır böyle gelip geçti. İsimleri değişse de zulümleri ortak olan saray sahiplerini, kralları ve dalkavuklarını istemese de ağırladı bu dünya. Ve bir gün Hakk’tan gelen din, sürgüne yollandığı Süreyya yıldızında olup biteni izlerken birden bir el uzandı ona. Sürgünün bittiğini ve artık tekrar kendine ait olan yeryüzüne gelip yayılması gerektiğini yaşantısı ile anlattı o elin sahibi. Zalimler öyle bir inkılap ile devrilmişlerdi ki o gün bellerini bir daha doğrultamadılar. Din tekrar yeryüzüne geldiğinde yine sarsıldı zulmün sarayları, yine yıkıldı sütunları, gözyaşları ile doldurulan zulmün gölleri yine kurudu, yine söndü zalimlerin hiç sönmeyeceklerini zannettikleri ateşleri.

Bir tufandı, sayhaydı, depremdi yaşanan ve yeryüzüne çöreklenmiş bütün pisliklerin idam fermanını halklara duyuran. İmam’dı r.a., kimsesizlik derdiyle bir köşeye çekilip ağlayıp duranların ellerinden tutan ve onlara hak ettiklerini yeniden sunan. İzzetsizliğin çölünde ölüme mahkum bırakılmışlara bir vaha gibi yetişen, yenilgilerin müptelası kılınmışlara zaferleri kendi elleriyle tattıran ve takva deryası olan varlığıyla gönüllerdeki imanları kurumaktan kurtaran İmam’dı r.a. bu gelen. Artık “lebbeyk” sözcüğü bulmuştu vatanını, çölde yankılanmaktan kurtulmuştu “heyhat minezzilleh” nidası. Her kıyam bir dik duruştu, her secde Hakk’ı buluştu. Her ayet yeniden nazil oluyor, her sünnet diriliyordu. Din, tekrar asli haline geliyor tersyüz edildiği saraylardan kurtarılıyordu. Din ile mümin arasındaki engeller ortadan kalkıyor, din sermaye aracı olmaktan azad ediliyordu. Asırlardı başıboş dolaşan pervaneler, kendilerini feda edecekleri nura kavuşuyor, o nur ile hemdem oluyorlardı.

Bir diyarda başlayan şenlik başka diyarlara da sesini duyuruyor ve uyuyanların uyanma vaktinin geldiğini ilan ediyordu. Kış bitiyordu bahar geliyordu ve insanlık tüm renkleri ile karanlığa meydan okurcasına meydanlara iniyordu. “İnsanlar” canlanınca canlanıyordu kainat ve insan-ı kamilin peşisıra gittikçe yükseliyordu mahlukat. Başların ayak olma devri bitmişti artık ve ayaklar başlardan kesiliyordu. Alem tekrar yaratıldığı çizgiye doğru ilerlemeye başlamıştı. Tekrar sahibine boyun eğiyordu. Takva, yitirdiği saltanatına kavuşuyordu yüreklerde ve yeryüzü halifesinin emirlerine itaat etmek için kendine çeki düzen veriyordu. Anlayacağınız yeni bir dünya doğuyordu en temiz haliyle, fıtrat üzere. Bütün günahlarından arınmak istiyordu hem yeryüzü hem de insanlık.

İşte tam da bu yüzden kuduruyordu saltanat sahiplerinin saraylarından karanlık dünyaların hesaplarını yapan batıl. Çünkü gelen hak idi. Ve hak geldi ise batılın yok olması kaçınılmazdı. Batıl su üstündeki köpük gibiydi. Varlığının aslı yoktu ve varlığı hakkın yokluğuna bağlıydı. Ama hak şimdi zuhur etmişti. Tek tek düşüyordu batılın kaleleri. Korku masallarının yaydığı esaret hissiyatı ile prangaya vurduğu mazlumların elleri de ayakları da güçleniyor ve kırıyordu zincirlerini. Güneş doğmuştu bir kere. Gece darağacına doğru yol alıyordu. Doğudan batıya doğru geriliyordu batılın hükümdarlığı. Çığlıklar artık saraylardan işitiliyor, şeytan hakim olduğu Mekke’den değil hiç ummadığı başka şehirlerden taşlanıyordu. Ve bu taşlar canını çok yakıyordu.

Nice çareler düşünmeye başladı batılın askerleri. Çokça “düşünüp taşındılar, kahrolasılar nasıl da ölçüp biçtiler.” Ne iftiralar attılar, nasıl dünyalıklar sundular, ne anlaşmalar yapmak istediler ama olmadı. Bu gelen haktı çünkü ve batılın hiçbir planı tutmadı. Sonunda kendi yandaşlarına “dediler ki; bunu dinlemeyin ve yaygaralar koparın. Belki üstün gelirsiniz.”(Fussilet 26). Ellerindeki bütün putlardan, buzağılardan, Belam’lardan, hakkı batılla karıştıran ve hakkı gizleyen sesler çıkardılar, hatta “biz de sizdeniz” dediler, “ıslah edicileriz” dediler, nice karaya ak, ak’a kara dediler, hakkın üzerine perde üstüne perde kendi yüzlerine maske üstüne maske çektiler ama yine de olmadı. Hakkın nidası öyle bir nidaydı ki bu sefer, sağır sultanların bile kulaklarından içeri girdi, kapalı kapıları açtı. Karanlıklarda dile getirilen hakikat o karanlıklardan intikam almak için öyle bir hışımla indi ki meydanlara “in”ler batılın askerleriyle dolup taştı.

Ve tüm bu yaşananlara, düşmanlıklara, fitnelere rağmen, yıllar süren mücadeleden, savaşlardan, fedakarlıklardan, imtihanlardan ve milyonlarca şehitten sonra bugün hak yeryüzündeki 39. yılını bütün tecrübesi, kemali, gücü, nuru, takvası ile İmam’ının önderliğinde haklı bir gururla kutlamaktadır artık. Bugün, gece bir daha gelmemek üzere mazlumların ruhlarından, kalplerinden ve zihinlerinden çekilmektedir. Her yaratılan fıtratına uygun yaşayacağı bir dünyaya kavuşmak için İmam’ın ve İnkılabın arkasında birlik olmakta, her yaratılanın düşmanı olanlar ise yok olacakları zamana doğru hızla koşmaktadır. Bütün peygamberlerin a.s. yüzü gülmekte, bütün şeytanlar bugün yas tutmaktadır. Böğüren buzağılara aldırış etmeden ilerleyen hakkın askerleri önce yürekleri sonra beldeleri fethetmektedir.

Ne mutlu bizlere ki İnkılabımızı ve İmamımızı tanıma ve onların zuhur ettiği asırda yaşama bahtiyarlığına ulaştık. Cumhuriyetimizin 39. yılı kutlu olsun hepimize. Nice zaferler ile nice yılları İmam’ın yolundan sapmadan kutlamayı Allah c.c. nasip etsin bizlere…

siyasetmektebi.com

Etiketler

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

 
Başa dön tuşu
Kapalı