Ehl-i BeytSon Yazılar

DÜNYANIN MİMARLARI…

ölüm

“Bir oyun ve eğlenceden ibaret olan” (Muhammed 36) dünya hayatına, hiç bitmeyecekmiş gibi sarılmanın revaçta olduğu ve efsunlanmış ruhların sarhoş ve bi-akıl bir şekilde yeryüzünde dolaştığı bir dönemde, ölüm, insanoğlunun galip gelemeyeceği fakat asla da barışmayacağı düşmanı olur. Çünkü her hayalin ebedi yaşam üzerine kurulduğu hayatların, ebedi yaşamı, geçici olduğunu geçen binlerce asırlık mazisi ile ispatlamış olan dünyada arayan zihinlerle yönlendirilmesi, bu hayatları yaşamayı yaratılışlarının yegane gayesi olarak telakki eden nefislerin ölümden bigane kalmasına, “hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışın” hadisinin ilk kısmını kendilerine rehber edinip, “kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını red edenlerin” (Bakara 85) durumuna düşmelerine ve akşam olduğunda eve çağırıldığı vakit sokaktaki oyununu terketmek istemeyen çocuğun ruh haline bürünmelerine neden olmaktadır. Böyle bir ruh haline sahip bireylerin ise, kendilerini asıl eve ve gerçek yaşama çağıran ebeveynlerine küsmeleri, itiraz etmeleri ve hatta oturup ağlamaları doğaldır. Nitekim sorumsuzluk dünyasının rahatını, sorumluluklar diyarında bulabilme ihtimalleri yoktur.

“Kimin iyi işler yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratan”(Mülk 2) Allah (c.c.), “her nefsin ölümü tadacağını” (Enbiya 35) bildirmiş olsa da, “çoğu zanna uyan” (Yunus 36) insanlar, çevrelerinde sürekli yitirdikleri sevdiklerine ve tanıdıklarına rağmen, ölümü ya hiç hatırlamaz, ya da hatırlanmaması gereken kötü bir durum olarak algılarlar. Oysa hiç düşünmezler ki “Allah göklerde, yerde ve bu ikisi arasında bulunan her şeyi ancak hak ile ve belirlenmiş bir süre için yaratmıştır” (Rum 8) ve ecel geldiğinde “ne bir saat ileri ne de bir saat geri alınmaz” (A’raf 34). Bu yüzden tükettikleri sermayenin farkında olmadan “peşin olanı (dünyayı) sevmekte, ahireti ise bırakmaktadırlar” (Kıyamet 20-21). Ve yine bu yüzden de verecekleri hesap ağırlaşmakta, unuttukları veya unutmak istedikleri ebedi yurda göç ettiklerinde ise “dünya hayatını sevmiş ve onu ahirete tercih etmiş olmalarından dolayı” (Nahl 107) azaba düçar olmaktadırlar.

‘Kendilerinde olanı değiştirmedikleri için Allah da onları değiştirmediğinden’ (Rad 11) heva ve heveslerinin peşinden giderek dünyalarını ihya etmekle meşgul olan, bunu sağlamak için de dünyevi bütün nimetleri yaratılış gayelerinin dışında kullanmakta bir beis görmeyen ve ‘keyfe kafi’ olan helal dairesinden, azgınlık ve tamahkarlık illetine müptela olduklarından dolayı haram dairesine doğru hızla yol alan bu dünyaperestlerin, bir noktadan sonra gözlerindeki perdeler o kadar kalınlaşır ki kalplerinin üzerini saran kara lekelere dönüşür ve dünyaya bakan gözleri görme yetisini yitirip hakikatte ‘kör’ olur. Böyleleri ritüel halini almış ibadetlerine ve dillerinden düşürmedikleri ‘Allah (c.c.)’ lafzına güvenerek iman ettiklerini düşünseler de ve iman ettiklerini beyan etseler de bırakılıvermezler (Ankebut 2). Çünkü kendilerinden öncekilerin geçirdiği imtihanlardan kendileri de geçecek ve Allah (c.c.) ‘elbette doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır. (Ankebut 3)’.

Bu tür bir aşk ile dünyaya bağlananların, bütün hissiyatlarının temelinde dünya sevgisi olduğu için imtihanlar onlara ağır gelmekte, kalplerinin tahtına oturmuş nefislerinin idare ettiği bedenleri, ahiret için gerekli herhangi bir hayrı işlemekten imtina etmektedir. Zira nefsin kurduğu kölelik düzeninde kendisi için çalışılması gereken tek varlık yine nefsin bizatihi kendisidir ve nefis, Allah (c.c.) için çalışılıp kendisine şirk koşulmasına tahammül edemeyecek kadar mütekebbirleşen soyut tağuttur. Bu tağutun idaresinde yaşamayı kabullenip onun kulu kölesi olanların, dış dünyadaki zalimleri kanıksaması ve varlıklarını kendi varlıklarının temeli görmesi de tabiidir. Bir de bu tağutlar Allah (c.c.) ile aldatma ustasıysa dünya hayatı o kadar aldatıcı olur ki (Fatır 5), Allah’a (c.c.) isyan üzerine kurdukları dünyaya rağmen Allah’ın (c.c.) affına güvenerek ( Lokman 33) günahlara dalmaları artık sıradanlaşır.

İşte böyle bir iman(!) ile yaşamlarını sürdürenlerin, ahirete imanları ya kalplerinde çürümüş bir tohumun varlığı misalidir, ya da varlığını veya yokluğunu tam olarak idrak edemedikleri bir serabı izlemelerine benzer. Bu yüzden ölümden ölesiye korkarlar ve ne olacağını bilmedikleri bir dünyaya, ne olduğunu gayet iyi bildikleri bir dünyadan ayrılarak gitmekten dehşete düşerler. Gördükleri rüyalarda kendilerine sunulan nimetlerin hesabını uyandıklarında vereceklerini bildiklerinden, o rüyanın aşığı olurlar. Hiç uyanmak istemedikleri için uyandırmak isteyenlerin ise düşmanı olurlar. Bunlar uykunun müptelasıdırlar. Ellerinden çıkacak herşeye aşırı bağlandıklarından dolayı hayat onlara tatlı gelmekte, hayatın son bulma ihtimali ise acılarını depreştirmektedir. Habire ölümsüzlüğün peşine düşenlerin, hayatı tanımamış olmalarından kaynaklı bu çabaları ise, ölümsüzlük yurdunda ateşle ödüllendirilecek olan beyhude uğraşlardandır. İster iman etmiş olsunlar ister iman etmemiş olsunlar, bütün dünyaperestlerin bunca dünyalıktan sonra ellerine geçecek olan hüsrandan başkası olmayacaktır.

Böyle bir yaşamın idame ettiricisi olan bir grup İmam Hasan’a (a.s.) ‘Neden ölümden korkuyoruz?’ sorusunu sorunca, aldıkları cevap ‘Sizler bu dünyayı imar, ahireti ise viran ettiniz. İmar edilmiş yerden viran edilmiş yere gitmeye korkuyorsunuz’ cevabıdır. Varlık aleminin bütün ilimlerine ilahi yardım ile sahip olan İmamların (a.s.), insanlardaki hastalığı teşhisteki üstünlük ve kudretleri bu hadis ile bir kez daha günyüzüne çıkmıştır. Evet insanoğlu dünyasının imarı için olanca gücüyle çalışırken, ahiretini harap etmekte, bir süreliğine konakladığı dünyaya aşırı daldığından dolayı, asıl yurdundaki işlerini aksatmakta, ekinlerini çürütmekte, evini bakımsızlıktan yıkılmaya mahkum etmekte, bağını bahçesini sulamadığı için kurutmaktadır. Ve eninde sonunda asıl yurduna döndüğünde göreceği manzara viran olmuş bir diyardır ki orada faydalanacağı herhangi bir nimet kalmamış olacaktır. Elbette ki insanoğlu bu halet-i ruhiyeye bir anda dalmamakta, fıtratındaki imanı bir anda geriye atmamaktadır. Geldiği yeri unutmak insanın kaderinde yoktur aslında. Ve her insan içten içe asıl yurdunun özlemini ve gurbetin acısını hissetmektedir de. Ama tüm bu hissiyatların hakim olduğu ve gerçek hayatın hazırlığını bu diyarda yapmaya niyetli olan insanlara hükmetmek, dünyanın sahibi olmak için ahiretlerini inkar edenlere zor gelmektedir.

Bu dünyanın sultanlığını ele geçirebilmek için her türlü habasete imza atabilecek olanların bu yüzden yapacağı ilk iş, ahireti ve ölümü unutturmak, unutturamazlarsa bile yukarıdaki beyan ettiğimiz ayetlerde bahsedildiği gibi Allah (c.c.) ile ve Allah’ın (c.c.) affı ile insanları aldatmaktır. Bunlar dünyayı imar edebilmek için öyle duvarlar inşa ederler ki ruhlara, ahiret yurdu ile insanların bağları kopar. ‘Hakkı batılla karıştıranların ve bile bile hakkı gizleyenlerin'(Bakara 42) hükmettikleri yerlerde, imanlı(!) dünyaperestlerin türemesinin nedeni de budur. Böyle coğrafyalarda hayat sadece dünyadan ibaret olup, iman, dünyalıkların sahiplerinin varlığını meşrulaştırmanın adıdır. Ölüm, hayatın her yanını kuşatmış olsa da, ahiret gerçeği önemsiz bir ayrıntı gibi lanse edilmekte, bunca günah yüklenen ruhların hesaba çekileceği gerçeği örtüler arkasına gizlenmektedir. Kendilerine sunulmasa bile hayali ile tad alınması sağlanan dünya nimetleri ile dünyaya bağlanması sağlananların, bu dünyayı da sadece mimarlarının varlığı ile ilişkilendirmeleri için gerekli ortam oluşturulunca, hükmedenler zalim dahi olsa suskunluk evla olmaktadır. Böylece ‘biraz açlık, biraz korku, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz eksiltmeyle imtihan edilenler’ (Bakara 155), ölümü unuttukları için hemen isyan etmekte, hakka daha çok bağlanacaklarına, kendilerine dünyayı süslü gösterenlerin ve dünyayı sunanların saflarına daha çok yaklaşmakta, kaybettikleri imtihandan dolayı ‘deve iğne deliğinden geçmedikçe cennete girmeleri’ (A’raf 40) imkansızlaşmaktadır. Dünyanın mimarlarının peşi sıra gittikleri için de ölüm onlara tatsız bir gerçek olarak görünmekte ve mümkün olduğunca bu gerçeği görmemeye çaba göstermektedirler.

Oysa herşeyi var eden, rahmeti herşeyi kuşatan ve herşeyi gören ve duyanın (c.c.) emirlerinden haberdar olanlar için ölüm vuslatın bir aracı olmakta, sürgünde bulundukları gurbetten sılaya dönüş anlamına gelen ölüm, coşkuyla karşılanmaktadır. Oyuna ve eğlenceye dalmaktansa var oluş amaçlarına uygun yaşamayı ve imtihana hazırlıklı olmayı gaye edinenlerin dünyasında ölüm, yanıbaşlarından hiç ayrılmayan ve kendilerine hakikati fısıldayan yol arkadaşıdır. Bunların kaybetmekten korktukları dünyalıkları yoktur ki, bu dünyaya sarılmak için nedenleri olsun. Var olan herşeylerini kendilerine bağışlayanın imtihanından geçtiklerinde hak ettikleri rızaya ulaşmak yegane gayeleri olunca, ölüm, ‘kabenin Rabbine andolsun ki kurtuluşları’ olmaktadır. Böylelerinin gelecek için sakladıkları evlatları yoktur çünkü böylelerinin dünyasından ‘canın sağ olmasının’ değeri yoktur. Hayat, eğer yaratılış gayesine hizmet ediyorsa değerlidir ve yaratılış gayesi dünyayı değil ölümü süslemektedir. Bu yüzden dünyaları viran olmuş gibi dursa da, onlarca yamalı ayakkabı ile ve kuru ekmekle hayatlarını idame ettirip dünyalıkların tadına bakmadıkları için mahrum kalmış gibi görünselerde, yırtık terliklerle tüm dünyanın varlığına sahip olmak için azgınlaşanların karşısına dikilip çenelerini kırabilecek gücü bulabilmektedirler. Zira hakkı tanıdıkları için dünyanın ve ahiretin mahiyetini de anlamışlardır ve dünyaları harap görünse de ahiretleri imar olmuştur. Onlar bu viran diyardan mamur beldelere hicretin derdindedirler. Ama gel gör ki buradaki vazifeleri devam etmektedir…

siyasetmektebi.com

Etiketler

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

 
Başa dön tuşu
Kapalı