DİRENİŞ CEPHESİNİN KURBANI SURİYE…

Dört yıl boyunca her türlü zulüm ile yüzyüze geldiği halde, ihanetlerle muhatap olduğu halde dimdik durarak tüm yeryüzünde zalimlerin ve münafıkların maskelerinin düşmesine vesile olan Suriye ve onun kahraman lideri Beşar Esad, özellikle savaşın başlamasından önceki yıllarda süfyani ile girdiği ilişkilerden dolayı birçoğumuz tarafından eleştirilmiş, süfyani gibi bir İslam düşmanına bu kadar fazla gülümsemesinin gereği sorgulanmıştı. Bu sergilenen tavırların Suriye’nin başına bunca sıkıntılar açtığı, siyasi anlamda bir nevi basiretsizliğin belirtisi olduğu ve hatta toyluktan kaynaklandığı dahi ima edilmişti. Adeta tabiri caizse sanki Beşar Esad, süfyani tarafından “kafaya alınmış”, sahte gülücüklere kanar hale gelmiş, ülkesini tamamen süfyaninin eline teslim etmiş gibiydi. O kadar “coşturulmuştu” ki, gelmiş geçmiş en azılı münafık olan “şeytan-ı kamil”e, “kardeşim” diye hitap edecek kıvama getirilmişti.
Bu öyle bir “aldanma” idi ki, sınırlar açılmış, yol geçen hanına çevrilmiş, sınır kontrolü süfyaniye terkedilmiş, vahşi siyonist vahhabi çeteleri sınırlardan yüzbinler halinde bir orduyu donatacak kadar çok malzemeyle giriş yapmış, sınırdaki mayınlar bu çeteler geçebilsin diye temizlenmiş, yine bu çeteler köylere yerleşmiş, mahalleler kurmuş, tüneller kazmıştı. Yani 100’e yakın ülkenin desteğini arkasına alan vahşiler ellerini kollarını sallayarak Suriye’de başlatacakları savaşın temelini oluşturmuşlardı. Bu da yetmezmiş gibi, süfyaninin önderliğindeki batıl cephesi, Suriye ordusundaki onlarca generale, yüzlerce üst düzey subaya rahatça ulaşmış, başbakan ile dahi ilişkiye girip onu kendi saflarına katılmaya ikna etmişti. Bütün bunlar Beşar Esad’ın süfyani ile giriştiği “kafa kol” ilişkisinin verdiği rahatlık ile oluyor, koca Suriye devleti ve o devletin yeri geldiğinde her yere sızabildiği söylenen ve böylece zalimlikle suçlanan istihbaratı, bütün bu olanlardan bigane bir halde varlığını sürdürmüştü. En nihayetinde süfyaninin başkomutanlığında ki zalimler bütün hazırlıklarını yaptıklarında direniş cephesinin en önemli halkalarından biri olan Suriye devleti, hazırlıksız yakalanmış ve iş bugünkü hale gelmişti.
Resme bu açıdan bakınca hakikaten durum çok vahim görünmekte, direniş cephesinin mensuplarından birinin bu kadar büyük bir hata yapmış olması kabul edilebilir gelmemektedir. Bifiil hak-batıl savaşının muhatabı olan ve bu savaşta tüm ülkesi ile birlikte hakkın yanında yer alan bir liderin, ümmetin İmamı ile sürekli dialog halinde bulunduğu halde bunca basiretsizliği göstermiş olması, koskoca Suriye’nin bu hale gelmesine ve daha önemlisi hak cephesinin ciddi darbe almasına sebep olacak olan bu yanlışlar silsilesine vesile olması gerçekten de hayıflanacak ve acı verecek bir durum gibi görünmektedir. Öyle ya, İslam İnkılabı ve İmam ile birebir dialog kuran ve o merciye tam anlamıyla bağlı olan Gazze direnişi bile siyonist düşmanın yediğini burnundan getirirken, ümmet için yenilgiler çağının kapandığını, bu ümmet Nasrallah’ın dilinden duymuşken bu durum da neyin nesi olmaktadır? Nasıl bu kadar saf olunabilir, bu safların netleştiği çağda?
İşte tüm bu sorular ve sorunlar üzerinde kafa yorunca resmin görünmeyen yönleri ışığa tutulmaya ve dört yıldır yaşananların aslında dört yıldır zannedilenlerden farklı olduğu ortaya çıkmaktadır. Sürekli duyduğumuz üzere siyonizmin önderliğindeki batıl cephesi, geleceğe dair planlar yaparken üç-beş yıllık planlar yapmamakta, belki üç-beş yüzyıllık planlar yapıp, zamanı geldiğinde bu planları yürürlüğe koymak için uğraşmaktadır. Planların gerçekleşmesi için de gerekli altyapı oluşturmak üzere var gücüyle çalışmaktadır. Batıl bu kadar çok uğraşırken acaba hak cephesinin bağlıları ve yön verenleri bir köşeye çekilip sakin sakin oturmakta mıdırlar? İslam tarihi bunun böyle olmadığını birbiri ardınca gönderilen 124 bin peygamberden bahsederek bize ispatlamakta, kurulan İslam İnkılabı, Resulullah’ın (s.a.a.) ve İmamların (a.s.) mücadelesinin 1400 yıl sonra bile olsa meyvesini verdiğini, bu sürece kadar ümmetin önderlerinin boş durmadığını ve nihai zafere ulaşmak için sünnetullaha uygun metod ile mücadele ettiklerini göstermektedir.
Bu yüzden İslam tarihinde hak cephesinin aldığı dünyevi yenilgilerin aslında manevi zaferler olduğu ve vaad edilen nihai zaferin gerçekleşmesi yolunda önemli duraklar olarak ümmetin ruhunda ve bilince yer tuttuğu ortaya çıkmıştır. Bunun en belirgin örneği, bugün yaşadığımız bir çok zaferin temeli olan ve ümmetin haysiyetini, imanını, basiretini, ölmemek üzere diriltmiş bulunan Kerbela kıyamıdır. Bu kıyam İmam Hüseyin’in (a.s.) bütün evlatlarını ve ailesini yanına alarak olanca mazlumiyetiyle, tüm yeryüzü küfrünü temsil edenlere karşı maddi anlamda sonu belli olan ama manen zaferin tohumu haline gelen, görev yerine ve kurbangahına gidişi ile gerçekleşmiştir. Tarih kitaplarına göre İmam’ın (a.s.) çevresinde bulunanlardan bazıları O’nu (a.s.) kıyamdan vazgeçirmeye ve zaten sonucu dünyevi anlamda aşikar olan bu savaştan alıkoymaya çalışmışlardır. Kimi iyi niyetiyle kimi ise farklı niyetlerle bunu sağlamaya çalışmışsa da İmam (a.s.) yolundan dönmemiş ve Dedesinin (s.a.a.) kendisine vaad ettiği şehadeti karşılamak üzere yola çıkmıştır. Bu olayda bile resmin bütünü göremeyen ve her türlü olayı dünyevi gözle değerlendirmeye çalışanlar, İmam’ı (a.s.) haşa basiretsizlikle, siyaset bilmezlikle suçlamıştır tıpkı babasını (a.s.) da Muaviye’ye karşı verdiği savaşta bu şekilde suçladıkları gibi. Oysa İmam (a.s.), hak cephesinin seçilmiş kurbanı idi ve atası İsmail’in (a.s.) soyundan olarak onun yerine İslam’a kurban olması gerekmekteydi ki “din ağacı sulansın ve meyvelerini verebilsin”.
Bugüne geldiğimizde ise hak cephesi ile batıl cephesinin son olarak karşı karşıya geldiğini, bu karşılaşmadan sonra hakkın zaferinin Allah’ın (c.c.) vaadi olduğunu, bugünün hak cephesinin mensuplarının sahih hadisler gereği Resulullah’ın (s.a.a.) kardeşleri olduğunu söylemek mümkündür. İslam İnkılabı bütün gayretiyle batıla nihai darbeleri vurmaya hazırlandığı bir dönemde, İslam İnkılabına bağlı herkes de üzerine düşeni yapmaya çalışmaktadır. Bu meyanda Suriye olayları bize şunu göstermiştir ki Suriye’ye düşen görev bu ümmetin kurbanı olarak direniş cephesinin zaferinin önünde ki en büyük engel olan münafıkların toplu imha merkezi haline gelmek, hakkın rengine bürünmek isteyen süfyani önderliğinde ki batılın neferlerinin maskelerini düşürmek olmuştur. Suriye, nihai savaş öncesinde İslam İnkılabının yoluna serilecek olan bütün dikenleri kendi topraklarına çekmiş, bu topraklar bu tür ihanet şebekelerinin ve İslam inkılabının hakikatini anlayamayacak ve batılı hak diye kabullenecek kadar ahmak olanların ama bununla birlikte hak cephesinin mensuplarını öldürecek kadar da akılla, imanla ve basiretle bağlarını koparanların son durağı olmuştur. Öyle ki artık müslüman halklar içinde İslam’ın hükümranlığına ve batılın yok oluşuna engel teşkil edecek olan ciddi oluşumlar neredeyse tükenmiş ve süfyani başta olmak üzere münafıklar kendilerini gizleyemez hale gelmiştir. Ayrıca tarihi kitaplarından hep öğrendiğimiz “hilal” taktiği bir nevi tekrar hayat bulmuş, düşmanın en tehlikeli unsurları direniş cephesinin içine çekilerek yok edilmeye başlanmıştır.
Bir kardeşimizin de bu konuyla ilgili olarak verdiği Musa (a.s.) ve Hızır (a.s.) kıssası ise durumun daha iyi anlaşılmasını sağlamak için önemlidir ki Kur’an Hz. Musa’nın (a.s.) Hızır (a.s.) ile birlikte gezerken, içi garibanlarla dolu bir gemiyi Hızır’ın (a.s.) deldiğini gören Hz. Musa’nın (a.s.) itirazını bize nakletmekte ama bu hareketin sonucunda gemi ahalisinin nasıl ve hangi beladan topyekün kurtulduğunu da izah etmektedir. İşte bu satıları yazan bize göre Beşar Esad’ın ve direniş cephesinin hedefi de topyekün olarak mazlumların kurtuluşunu sağlamak olduğundan, gemide açtıkları bu delik aslında rahmete sebep olan ve kurtuluşa vesile olan bir durumdur. Tıpkı bugünlerde sürekli eleştirilen Halit Meşal örneğinde olduğu gibi, Beşar Esad’da direniş cephesinin zaferi için kendilerini feda eden kahramanlardandır. Halit Meşal ve Beşar Esad, İmam’ın çizdiği yoldan ayrılmayan ve tüm yeryüzü mazlumlarının intikamının alınacağı güne direniş cephesinin hazırlanmasını sağlamak için çırpınan bu devrin hak fedaileridir. Bahsi geçen kahramanlar, direniş cephesinin taraftarlarının dahi eleştirilerini göze almış, hatta ihanetle suçlanmaya dahi razı olmuşlardır ki direniş cephesi zafere ulaşabilsin. Bizlere düşen “neden şöyle yapmadılar” demektense, yapılanın sonucunda ne tür kazanımlar elde edildiğini görmek ve İslam İnkılabına, İmam’a ve direniş cephesinin önderlerine tam anlamıyla güven duymaktır. Aksi takdirde İmam Hüseyin’e (a.s.) akıl vermek isteyenlerin düştüğü durma düşmemiz kaçınılmaz olacaktır.
siyasetmektebi.com