DAYAK CENNETTEN ÇIKMIŞTIR…

Nefisleriyle şekillendirdikleri dünyalarında kerameti kendinden menkul dokunulmazlar üretenlerin, bunlara dokunanları “aşırı” “sertlik”le suçlamaları artık alışageldiğimiz adi vak’alardan oldu. Bu tipler dünya sevgisinin yakıcı ateşinde eriyip mayıştıkları için, bu sevginin yakıcılığına müdahale eden herkesi düşman kabul edip, suya sabuna dokunmadan, başlarını ağrıtmadan yaşadıkları mezheplerinin sınırlarında zilletin dayanılmaz hafifliğini tatmak isterler her daim. Bu yüzden izzet, bunların taşımayacağı ve tahammül edemeyeceği ağır bir yük olur ve izzetin dolaştığı damarların sahiplerinin her sözünün altında ezilirler. Bu eziklik ise sorunu kendilerinde görmektense başkalarını suçlamak şeklinde dışa vurulur ve böylece zilletin sınırları içindeki nefislerinin dünyaları korunmuş olur.
Bunlar, saray sahiplerinin karşısında iki büklüm olup onların önünde saygıyla eğilmeyi maslahat bilerek, geçmişe dokunan ama bugünle hiçbir bağı kalmayan mezhepleri ile “müslümancılık” oynarken, bugünü gündeme getirip küfür ve nifağın üzerindeki maskeleri kaldırıp atanlara, kafir ve münafıklardan daha önce müdahale etmeyi şiar edinirler. Çünkü müdahale etmezlerse üzerinden geçimlerini sağladıkları mezheplerinin ellerinden alınacağını düşünürler. Şii olsun, sünni olsun bu tiplerin ortak yanı mezheplerinin kendilerinin geçim kaynağı olmasıdır. Bu kaynak kimine maddi imkanlar şeklinde yansırken, kimine şan, şöhret, kimine halktan farklı olma hissiyatı şeklinde yansır ve her biri kendine nasip (!) olan bu nimet için kendi ilahına şükreder durur. Bu nimetler konusunda da o kadar cimrileşirler ki başkalarının kendileriyle aynı safta olmasını istemez, kendilerine nasip olan(!) hidayeti(!) başkalarına sunmaya gönülleri razı olmaz. Mezhepçilik yaparken bile mezheplerinin yayılmasını değil, aksine başkalarından daha fazla uzaklaşmasını sağlamaya çalışırlar.
Alabildiğine tefrika kokan, iki yüzlülükle dolu sözlerinin bir tekinde bile zalimlere sataşma ve onlarla uğraşma izine rastlanamazken, Allah’ın (c.c.) emrinin hilafına olarak müminlere karşı çok şiddetli, zalimlere ve kafirlere karşı oldukça yumuşak ve sevecendirler. Bu “yumuşakçalar”, direniş ehliyle karşılaştıklarında önce bir bocalama evresi geçirir, hemen sonra mensubu oldukları ekolün sahibiymiş gibi bir tavır takınarak direniş ehlini dışlamaya çalışır, bunu yaparken de özellikle direniş ehlinin “aşırı” ve “sert” oluşunu dile getirirler. Ne hikmetse direniş ehlinin her sözü önce bunlara dokunur ve önce bunların nefisleri darbe yer direnişten. Ama iki dilli olmayı önderlerinden, hocalarından, mollalarından gayet güzel öğrendikleri için, habire “tatlı dil” vurgusu yapıp direniş ehlini sertlikten koparmaya ve o sertliğin asıl muhatabı olan küresel ve bölgesel zulmün ömrünü uzatmaya çalışırlar.
Yine bunlara göre kendileriyle aynı etikete sahip olan herkesin ister fasık, ister münafık olsun, isterse de zalimlerin dostu ve onların “idmanlı” savunucusu olsun dokunulmazlığı vardır. Zaten kendileriyle aynı etikete mensuplara ayrılmıştır cennet ve cennete ulaşmanın yegane yolu geçmişe lanet etmektir. Ve bunlara göre bugün, cennet ehlinin(!) dünyada her türlü zulme rıza göstereceği, dünyalık yaşantısını zillet ile süsleyeceği, küfrün ve zulmün önderlerinin peşinden rahatça gidebileceği, ümmetin başına gelenlerden sadece kendi etiketine mensup olanların başlarına gelen musibetlere ah ile vah edeceği, ara sıra sine vurup, ağıt yakıp ömrünün geri kalanını her türlü ahlaksızlığı ya işleyeceği ya da görmezden geleceği bir gündür. Bugün, geçmişteki musibetlerin meyvesini, o musibetlere katlanmaya niyeti olmayanların bolca yiyeceği gündür. Öyleyse bugün gözler enselerde olmalı, geçmiş görülmeli ama şimdi ve gelecek adına zifiri karanlık övülmelidir.
İngiliz şiilerinin ve Amerikan sünnilerinin temel mantığı yukarıda bahsettiğimiz gibidir ve bu mantık direniş ehlinin karşısındaki en dirençli düşmandır. Görünüşte birbirini tekfir eden ve fırsat buldukları ilk anda bir kaşık su da birbirlerini boğacaklarmış gibi görünen bu iki kesimin, zulmün sistemleştiği diyarlarda ve süfyaninin hükmü altında gayet güzel bir kardeşlik kurduğu ve ortak düşmana sahip olduğu ise artık bilinen bir gerçektir. Varlıkları ile birbirlerinin varlığının teminatı olan İngiliz şiileri ile Amerikan sünnilerinin, kendi mezheplerinden olmayanlara karşı olanca sertliklerine rağmen, saraya karşı gayet yumuşak kalmaları bir yana, direniş ehlinin sözlerini işittiklerinde çarpılmışa dönmeleri dahi hangi mahfillerin üretimi olduklarını ortaya koymaktadır. Her iki grup ta kendi içlerindekilere dokunulmazlık hakkı tanımakta, bugünün asli meseleleriyle ilgilenmeyi asla kabul etmemekte, mezhebi ihtilafları sürekli gündemde tutmakta ve saray sahibinin yuvarlak masasında beraberce yemek yemekten utanmamaktadırlar. Ama keyiflerini kaçıran direniş ehlinin her eleştirisi bunlar için sorun teşkil etmekte, zulme karşı bilenen dillerin sivriliğini köreltme yarışına girmektedirler.
Madem bunlara göre direniş ehli çok “sert”tir o halde sertlik nedir, nerelerde gereklidir ortaya konmalıdır. Kafirlere karşı şiddetli ve onurlu, müminlere karşı ise alçak gönüllü olmayı tavsiye eden Allah (c.c.), aslında mevzuyu gayet güzel ortaya koymuş, nerede nasıl davranılması gerektiğine açıklık getirmiştir. Direniş ehlinin de esas aldığı kriter budur. Direniş ehli zalimlere, münafıklara, zillet ehline ve onları halka sevdirmeye çalışan, yanlışlarını örtbas eden, saltanatlarını ayakta tutan ve onların zulmünü ihya eden hocalara, mollalara, şeyhlere, ağalara, beylere, ahundlara karşı oldukça serttir ve sert olacaktır. Çünkü bu İslam’ın ve yaratılışın başından beri gelmiş olan Peygamberlerin (a.s.) ve hassaten Resulullah’ın (s.a.a.) ve Ehl-i beyt’in (a.s.) sünnetidir, yoludur, metodudur. Zira insanlık tarihi yani İslam tarihi, çağının zalimlerini onaylayan, onların saltanatını meşru gören, onların uşaklarıyla dost olan, maslahat icabı onları meşrulaştıran, onlara güleryüz gösteren bir tek Peygambere (a.s.) veya İmam’a (a.s.) şahit olmamıştır. Bütün Allah (c.c.) dostları bulundukları devrin devrimcileridirler.
Ayrıca bu “yumuşakçaların” kimi zaman sahiplenmeye çalıştığı İran İslam İnkılabının kurucusu İmam Humeyni (r.a.) ve bugün nuruyla alemi aydınlatan rehberi İmam Hamaney, her sözlerinde mezhebi tefrikayı gündeme getirenleri siyonizmin uşağı olarak tanıtmışlar, bu tipleri aramızdan atmamız gerektiğini öğütlemişler ve çokça kullandığımız İngiliz şiisi ve Amerikan sünnisi terimini bizatihi kullanmışlardır. O halde zulme ve zalime payanda olanlara karşı sertlik, direniş ehlinin genlerinde vardır, geçmişini ve geleceğini bu sertlik tanzim etmiştir ve edecektir. Devrim “yumuşakçaların” yapabilecekleri bir eylem değildir. Onlar sadece eğilerek devrilmeyi ibadet olarak kanıksayanlardır. Devrim dik durmayı bilenlerin, “içimizde hayra çağıran ve iyiliği emredip kötülükten men edenlerin”, eğilmeyenlerin, direnç gösterip mücadele meydanını terk etmeyenlerin Allah (c.c.) katından gönderilen ecirleridir. Bu ecrin dünyevi değil uhrevi meyvelerinden tatmak sadece direniş ehlinin hakkıdır.
Zulme karşı sert olmayı miras olarak alan direniş ehli, halka karşı ise oldukça şefkatlidir. “Yumuşakçaların” halka karşı olabildiğince sertleştiği ve halkı sınıflandırarak ayrıştırmaya çalıştığı bir dönemde, dinine, mezhebine, milliyetine bakmadan halkı kucaklayan ve bütün samimiyetiyle halkın mazlum kesimini kardeşi ilan eden ve onların dertleriyle dertlenen sadece direniş ehlidir. Zaten zalimlere yönelik sertliğin temelinde de bu şefkat vardır. Halktan zulme meyledenler olursa, karşılarında direniş ehlinin “kurşundan kenetlenmiş bir bina gibi” sert olan varlığını bulacaklar ve bu çarpışma ister istemez nefislerin canını yakacaktır. Ruhları ve fıtratları eğer hala diriyse halk bu çarpışmadan uyanarak ve ibret alarak nasiplenmiş olacaktır.
Ve yine ayrıca şefkat ve merhamet her zaman yumuşaklığı, hoşgörüyü veya görmezden gelmeyi gerektirmez. Bazen tüm bunlar başlı başına zulüm haline gelir. Bazen tepki koymak, şefkat duygusunu bastırıp gerekeni yapmak bizatihi sevginin ve merhametin tezahürü olur. Çocukları hastalananların, hasta çocuğun bütün itirazlarına rağmen ona iğne yaptırmaları hatta ameliyat ettirmeleri bile şefkat, sevgi ve merhamet kavramlarının yer ve zamana göre farklı anlamlara gelebileceğini göstermektedir. Bu durumda asıl şefkat çocuğun yalvarmalarına aldırmamaktır çünkü.
Son olarak “yumuşakçaların” “bizden olanlara sataşmayın” nevinden sözlerinin aslında “bizden görünenlerin her türlü melanetini görmezden gelin ki biz de sizinle dost kalalım” manasını taşıdığını beyan etmemiz gerekir. Oysa asıl müdahale edilmesi gerekenler “bizden” görünenlerdir. Zira kangren olan parmağımızı vücudumuzun bir parçası olarak telakki edip, morarmasını ve kararmasını “farklı renk” (fikir, görüş çeşitliliği) gibi algıladığımızda önce kolumuzun sonra tüm vücudumuzun yok oluşuna müsaade etmiş oluruz. O parmağı kesmemiz, vücudumuzun geri kalanı için elzemdir. Ve bu eylemimiz asla dayanağı olmayan bir sertlik veya saldırganlık değil, aksine tüm bedenimizi korumaya yönelik gerekli bir tepkidir.
Velhasıl dayak cennetten çıkmıştır ve cennet ehlinin düşmanlarını onlardan uzak tutmak için gereklidir. Bu yeri geldiğinde söz ile olur, yeri geldiğinde eylem ile olur ama en mükemmeli devrim ile olur. Bu dayaktan haz etmeyenlerin, dayak yemeye hak kazanmış olanlardan uzak durması kendileri açısından gereklidir. Aksi takdirde direniş ehlinin zulme inen darbeleri, arada kalmakta ısrar edenlerin dünyalarını morartacaktır. Hem bunca yumuşağın bulunduğu ortamda sayıları az da olsa sertlerin bulunması o toplum için Allah’ın (c.c.) lütfudur. Önemli olan bu lütfun kadrini bilmektir.
siyasetmektebi.com