“CEHALET” BİR TERCİHTİR…

İnsanı yarattığı zaman ona iradesini bahşedip bu iradeyle yücelmesinin de aşağılara düşmesinin de yolunu açan Allah c.c., sırat-ı müstakim üzre yol almasını istediği bu canlıyı binlerce uyarıcı ve sayısız ayetleriyle desteklemiş, hakkın nurunu yüreğinin derinliklerinde hissetsin diye bütün imkanları onun önüne sermiştir. Ve bütün bunlara ulaşacak iki ayrı aracı da yarattığı bu mahlukun bünyesine ve fıtratına yerleştirmiştir ki bunlar akıl ve kalptir.
Bu iki araç, zorluklarla dolu vadilerden geçerken, uçurumların kıyısında yürürken, çölde yalnız kalırken veya kalabalıklar içinde sürüklenirken insanın her daim hakkı tespit edip ona uymasını, hak ile batıl arasında, doğru ile yanlış arasında ve iyi ile kötü arasında kendini felaha ulaştıracak tercihte bulunmasını, türlü imtihanlar, belalar ve musibetler karşısında ayaklarının sebatını sağlayacak kadar güçlü ve yetkindir. İnsanın iradesinin tecellisi bu iki aracın varlığı sayesinde mümkündür ve bu yüzden insan, iradesiyle gerçekleştirdiği her amelinden mesuldür.
Ama bazı zamanlar vardır ki bahse konu olan iradenin kullanılması zorlaşır, akıl nimeti doğruyu yanlışı ayırt edemez hale gelir, sisli ve puslu havada yol almaya çalışırken ayaklara dikenler batar, çukurlara düşülür, gözler göremez olur, kulaklar duyamaz olur ve insan aklından faydalanabilme yetisini yitirir. Hakka ulaşabilme yolları batıl tarafından tıkandığı için, her türlü yol işareti onu takip edeni batıla sürükler, her köşe başı batılın askerleri tarafından işgal edildiğinden hakka yürüdüğünü zannederken batıla kavuşulur. Böyle zamanlarda dikkatsiz oldukları, basiret sahibi olmadıkları ve hak ile batılı ayırt edemedikleri için sadece Allah’a c.c. olan aşklarından dolayı her ne tarafta Allah c.c. lafzını işitirlerse oraya doğru koşanlar, Allah c.c. ile aldatanların tuzağına yem olmaktan kurtulamazlar.
Bunlar ya akıl nimetini yerli yerinde kullanmayı becerememiş ya da bu nimet kendileri fark etmese de çoktan ellerinden alınmış olanlardır. Ama kalpleri hâlâ iş görmektedir ve hâlâ hak kendilerine sunulursa ona meyledip batıldan kurtulma ihtimalleri vardır. Fıtratları kalplerinden beslendiği veya tam tersi kalpleri fıtratlarının temizliğinden beslendiği için inat ehli değillerdir ve görmeyeli, görüşmeyeli uzun zaman geçmiş bile olsa hakkı ve hak ehlini gördükleri anda tanır onlara iştiyak duyarlar. Yanlışlarının farkına varmak bunlar da çok çabuk gerçekleşir ya da en azından eninde sonunda yanlışlarından döner tevbe kapısına yönelirler. Akılları, batılın esaret zincirlerini yerle yeksan eyler, bilmezlik yurdundaki sürgünlerinden kurtulurlar.
Bunlar sadece “bilmeyenlerdir”. Öğretildiğinde öğrenmek gibi bir meziyetleri vardır ve öğrenmekten de haz duyarlar. Şeytan ve dostları bunlar konusunda rahat değildir. Böyle insanları elde tutmak için bu yüzden çokça çaba harcarlar, çokça tuzak kurarlar, mızrak üretip üzerine Kur’an geçirirler, kanlı gömlekleri sürekli gözlerinin önünde tutarlar, namaz kılarlar, Kur’an kıraat edip hatim indirirler, cami yaparlar (hem de en büyüğünden), ya Allah, bismillah derler her sözlerine başlarken (hatta nifak ve küfür dolu olsa da o sözler), vakıflar dernekler kurarlar, ensar, muhacir olurlar fuhşa, lutîliğe meylettikleri zaman bile, çaldıklarında zekat verirler, israf ettiklerinde sadaka ile gizlerler, sağ ellerinin aldığını sol elleri işitirse kardeşlikten, adaletten vs. dem vurup ona da ikram ederler ve böylece hep beraber kalkınır hep beraber saltanat sürerler, Hacc’a gidip hasbihal ederler eski dostlarıyla, tesettüre(!) girip söküp atarlar örtünmeyi bedenlerden ve ruhlardan, başları her daim kapalıdır işret meclislerinde arz-ı endam ederlerken.
Sırf hakkı gördüklerinde ona râm olacak insanlar bilmesinler, bilemesinler diyedir bunca çaba ve doğaldır da. Bu tür bilinçsizlikler üzerine kurarlar çünkü saltanatlarını. Her daim okuyanlardan, öğrenenlerden, soranlardan, sorgulayanlardan korkarlar bu yüzden ve oluşturdukları paralel dinlerinde sorgulamayı kesin olarak şirk, küfür ve nifak sayarlar. Ve tüm bu çabalarından dolayı aslında “bilmeyenler”deki potansiyeli ortaya koymuş olurlar. “Bilmeyenler” o kadar büyük bir potansiyele sahiptirler ki “öğretildiği” takdirde her türlü devrim, inkılap gönüllü olarak gerçekleşir ruhlarında. Gerçek hak ehli de tüm bu sebeplerden bu “bilmeyenleri” mesul tutmazlar zulümden. Tıpkı Resulullah s.a.a. gibi onlardan yansa da içleri, taşa tutulsa da bedenleri “Ya Rabbi! Bilmiyorlar” der, afları ve uyanışları dua ederler.
Ama bir gürüh da vardır ki işte bunlar gerçek cahillerdir. Cehaletin tercih olduğunun ispatıdırlar varlıkları ile. Bunlar zulmedenler kadar ve hatta onlardan da daha tehlikelidirler. Allah c.c. katında hiçbir mazeretleri olmadığı gibi bu dünyada da hesap vermeleri gerekir. Bunlar zalimlerin ordusudur. Firavunun tahtını taşıyan bunlardır. Aslında gücü ellerine geçirseler kendileri bizatihi firavun olacaklardır. Kendi evlerinin, nüfuzlarının yettiği alanların küçük Nemrutları, Firavunlardırlar. Büyüklerine oranla etkileri küçük de olsa bu Firavuncuklar, büyükleri kadar haris, kötü, inat, tamahkâr ve kibirlidirler.
Hiçbir mevzuyu bunlara anlatabilme ihtimali yoktur. “Sırtını dönüp giden sağır gibidirler çağrıyı duymazlar, ölü gibidirler işitmezler” (Rum 52). Feryatlara tıkalı olan kulakları her türlü nifağı anında duyup benimser, nura kapalı gözleri karanlıkta kapkara olan batılı seçer ve itaat eder. Hakkı hakim kılmakta felçli olan elleri ayakları batılın çağrısına lebbeyk demekte yarışır. Firavunlarının meydanlarını bunlar seve seve doldurur ve idolleri, önderleri olana imanlarını her daim yenilerler. Dünyalarını Firavun’un bahşettiğini zannedip ona şirk koşmamak adına rızkı verenin kim olduğunu duymak istemezler. Bakın bilmezler demiyoruz, duymak istemezler diyoruz ki bunların temel özelliğidir bu. Görmez değillerdir, görmek istemezler zulmü. Dilsiz değillerdir sadece hakkı haykırmaları gereken zalime aşıktırlar, o zalim gibi olabilmek için çırpınırlar da bu gerçekleşmez. Aslında zalime baktıklarında içlerinde hep bir “keşke” vardır bunların. Onun gibi olamadıkları için hayıflanır, kendi eksikliklerini onun varlığıyla giderirler.
Bunlar gayet irade ehlidirler. Akılları çokça çalışır. Ahmak falan da değillerdir ve aksine uyanıktırlar. Gittikleri yolun esfele safilin olduğunu bilirler içten içe ama ahseni takvim yolu zordur, dardır, meşakketlerle doludur diye ahseni takvime gidenlerin hal ve hareketlerini taklit ederek esfele safiline yönelirler. Ahiret bunlar için dünyanın tarlasıdır. Ahiretlerini kullanarak dünyalarını kazanmaya çalışırlar. Bu yüzden dün kötü dediklerine bugün kahraman deyip, dün isyan ettikleri sistemi bugün alkış yağmuruna tutarlar. Çünkü dün, kendilerine hizmet etmeyen zulüm bugün kendilerinin hizmetindedir artık. Çünkü dün ki “kahrolsun zulüm”, bugün ki “varolsun zulüm”e ulaşmanın aracıdır aslında. Ezebilmek için sabretmişlerdir ezilmeye(!) ki ve yine aslında dün bir çoğu hiç ezilmemiştir bile.
Öyleyse ne ederseniz edin bunlara ulaşabilme ihtimaliniz yoktur. Boşa çaba sarfetmeyin, boşa vakit tüketmeyin bu tiplerle. Bunların derdi bilmemek değil, bilmiyormuş gibi yapıp bildikleri her tülü zilleti dünyalık namıyla elde etmektir çünkü. Bunlara hakkı anlatmak çoğu zaman şeytana Allah’ı c.c. anlatmak eşdeğerdir. İşe yaramayacaktır. Bunların sorunları akılları ile değil kalpleri iledir. Akılları gayet çalışmaktadır fakat kalpleri kararmıştır hem de bütün aklık iddiasına rağmen. Kur’an “Kalbleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır.”(A’raf 179) buyurarak teşhis eder hastalıklarını ki bu hastalık, kalpleri ile kavrayıp anlayamama hastalığıdır. Ve bu hastalık bunları hayvandan aşağı seviyeye düşürmektedir.
Bunların her biri Ebu Cehildir. Ebu Cehil kadar bilinçli, Ebu Cehil kadar inat, Ebu Cehil kadar hakkı duymamaya, onu görmemeye çalışan tiplerdir. Ve Ebu Cehil kadar ilme sahiptirler. Tevhidi kabullendikleri anda hayatlarını değiştirmeleri ve sorumluluk sahibi olmaları gerektiğini iyi bilirler. Zaten bu yüzden yola gelmez yolsuzluğa gelirler.
Öyleyse siz “iyiliği emredin ve câhillerden yüz çevirin”(A’raf 199) ve “hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?”(Zümer 9) ayeti gereği cehaleti bilinçli tercih edenlerle, bilgiye ulaşamayıp bilmeyenleri bir tutmayın. Bilmeyenlere öğretin, bilmediğini bilmeyenlerden uzaklaşın ki dediğimiz gibi bunlar bilmemeyi tercih edenlerdir zaten…
siyasetmektebi.com