BİR GÜN BİR GÜN BİR ÇOCUK…

Farklı konularda yazmak için kendimizi hazırlasak da ümmetin önünden arkasından sağından solundan fısıldayanların batılı murad eden hak sözlerinin iyice izah edilmesi ve bir cümlenin altında yatan binlerce paragrafın, fitnenin ifşa edilmesi gerekliliği bizi habire niyetlendiğimiz konuların dışına itip planlamadığımız konularda yazmaya zorluyor. Okurlarımızı “gün geçmiyor ki yeni bir fitneyle yüzleşmeyelim” klişesine maruz bıraktığımızın farkında olsak da bu fitne kıvılcımlarını söndürmeye çalışmazsak ümmetin yanacağını da çok iyi biliyoruz. Nisyanla malül olan beşer hafızasını istedikleri gibi yönlendirmede usta olanların önceki söz ve davranışlarını sonraki söz ve davranışlarıyla unutturup koca insanlığın ve ümmetin zihnine “geriye ket vurma” yaşattığı bir dönemde, hırsızın, arsızın, zalimin, namussuzun velhasıl dinsizin, imansızın, mazlumları müsriflikle, bencillikle, suskunlukla rahatça suçlayıp kendilerini aklamaya ve eylemlerini gizlemeye çalıştıklarına şahit oldukça da bu konularda yazmaya devam etmeyi düşünüyoruz.
Bu yüzden adeta “bir gün bir gün bir çocuk eve de gelmiş kimse yok” çocuk şarkısında bahsedilen evin sahibi olan yeryüzü mazlumlarının kendilerinden zannedip evin anahtarını teslim ettikleri zalimlerin, bu güvene binaen boş buldukları evlere bu kadar rahatça girebilmeleri ve “açmış bakmış dolaba” mısrasındaki gibi mazlum ve mahrum halka ait beytül mal’de ne var ne yok kontrol edebilmeleri ve “yemiş yemiş bitirmiş” mısrasındakine benzer bir sonuca sebep olmaları üzerinde kafa yormak gerektiğini düşünüyoruz ki “akşama bir sancı” gibi bu tür zalimlerin karnına saplanabilelim ve gasp edilmiş haklarımızı yeniden elde edebilelim. Aksi takdirde ev bizim, mutfak bizim, şeker bizimken yiyen, karnı doyan biz olamayız aksine sırtımızdan beslenenlerin bizim mallarımızdan aşırı yemekle obezleştiklerini izlemek zorunda kalırız.
Sahip oldukları servet ve hükmettikleri sermaye İslam dünyasında üzerine zekat düşenlerin toplam sermayesinin birkaç misli olanların yukarıda bahsettiğimiz gibi eylemlerini maskelemek adına yaşanan bütün zulümleri zekatsızlığa bağlamalarının nedenini ve mesela sadece var olan sarayların zekatı dahi verilse ümmetin içindeki açlığın ortadan kalkacağı gerçeğini idrak ettiğimizde yukarıda bahsettiğimiz gibi zihinlerin iğfali mevzusunun, geriye ket vurma meselesinin ve başkalarını suçlayarak kendilerini gizleme hatta başkalarının derdiyle nasıl dertlendiklerini ispat(!) etme çabasının neyden kaynaklandığı da bizimle oturup yokluğa lanet edenlerin aslında cebimize el uzatanlarla aynı kişiler olduğu da ortaya çıkacaktır.
Ve meselenin özünde fakirliğin, yokluğun, yoksunluğun, mazlumluğun ve mustazaflığın kader olmadığı, bütün bu olumsuz sonuçların temel sebebinin bizatihi zulüm ve zalimler olduğu, “nerede bir bolluk (israf, şatafat, debdebe) varsa hemen yanı başında çiğnenmiş bir hak olduğu” gerçeği saraylar ve gecekondular diyarının mukimlerine aşikar olacaktır. Ve henüz şerefini, özünü, haysiyetini yitirmemiş olanlar maddi manevi haklarını talep etmek için “kılıçlarını kuşanıp meydana çıkacak”, “evin bir kapısından girerken diğer diğer kapısından imanı çıkarmaya çalışan fakirliği” bunca zaman hak gasb ederek sultanlık yapanların diyarına göndereceklerdir.
Bu yüzden anlatmaya çalıştığımız hakikat şudur; müptela olduğumuz derdin adı “zekatsızlık” değil zulümdür. Yeryüzündeki bunca mazlumun, mahrumun varlığı çevremizde zengin diye nitelendirdiklerimizin vermediklerinden ziyade insanlığın başına musallat olmuş zalimlerin bütün insanlığın lokmalarına diktikleri gözleridir. İnsanlığın bütün serveti milyarlar içindeki binlerin elinde tutulduğu sürece ve bu binler kendi aralarında bu serveti dolaştırdığı sürece insanlık yokluktan, açlıktan veya mahrumiyetten kurtulamayacak, kendi gücü üzerinde salatanat kuranların var olana şükreden köleleri olarak kalmaya devam edecektir.
Kendinden olmayanların, kendi gibi sıkıntı çekmeyenlerin, kendi oturduğu yerlerde oturmayı, yediklerini yemeyi, giydiklerini giymeyi kendilerine yakıştırmayanların kendi derdine derman olacağını zannettikçe de mazlumların ve mahrumların durumları değişmeyecek, “kendilerinde olanı değiştirmedikleri için Allah c.c. da onların durumunu düzeltmeyecektir”.
“Biz de sizin gibi iman etmekteyiz” deyip de “şeytanlarıyla baş başa kalınca mazlumlarla alay edenlerin” o şeytanlarına olan bağlılıklarını, onlarla kurdukları dostluklarını, ticaretlerini, o şeytanların meşruiyetlerini dile getirişlerini, onlarla aynı hedef doğrultusunda İslam coğrafyasında giriştikleri katliamları, “onların başlarına bir şey gelirse ilk kendilerinin yardıma koşacağını” dile getirişlerini, “kahraman askerlerinin vatanlarına sağ salim dönmeleri için” ettikleri duaları, beraber verdikleri pozları ve şeytanlarının onlara yönelik övgülerini mazlumlar eğer göremez, fark edemez ve idrak edemezlerse kendilerini ezenlerin kendileri için “ah-u eyvah”(!) ettikleri masalını dinlemeye devam eder, boş sofralarında karınlarını masallar ile doyurmaya çalışmaktan kurtulamazlar.
Peki çare nedir? Bize göre çare, bu sayfalarda sürekli olarak gündeme getirdiğimiz “sorunun kaynağına odaklanmaktır.” Ve yine bize göre yeryüzü mazlumları olarak yaşadığımız bütün maddi ve manevi sıkıntıların, mahrumiyetin, yokluğun kaynağı siyonizmin ta kendisidir. Bugün yaşanan savaşların, karışıklıkların, katliamların ve kaosun yegane sebebi siyonist mantığın yeryüzünün birçok noktasındaki iktidarı ve sermayeyi ele geçirmiş olması ve elde ettiği bu güçle insanlığı köleleştirmeye çalışmasıdır. İslam dünyası dahil özellikle Afrika vb. yerlerdeki yeraltı ve yer üstü kaynaklarının bir çoğu siyonist sermayenin hakimiyeti altında olduğundan buralarda açlık ve kıtlık hüküm sürmekte, aç kalmaktan korkanlar ise köleleştirilmektedirler. Afrika’daki elmas, altın vb. değerli madenlerin bulunduğu ülkelerin iç savaşlarla nasıl zayıflatıldığına, bu memleketlerdeki bahsi geçen madenlerin işletme hakkının kimlere ait olduğuna, hatta o bölgenin halklarının karın tokluğuna siyonist şirketler için tarım ürünleri üretip ürettiklerinin tadını dahi bilmediklerine dikkat ederseniz ne demek istediğimizi daha iyi anlamış olursunuz ki Afrika’yı çok bilinen ve dikkat çeken bir coğrafya olduğu için örnek olarak veriyoruz. Yoksa yeryüzünün Avrupa dahil bir çok noktasında mazlumlar gerçek haklarını alamamakta, siyonist şebeke için hayatlarını heba etmektedirler.
Öyleyse İmam Humeyni’nin (a.s) kendisine sunulan her derde deva olarak “şahın gitmesi gerek” ilacını tavsiye etmesi gibi bizim de “başımızdaki her musibet için” şahın gitmesine odaklanmamız, şahın ve şahların var oluş kaynağı olan siyonizmi, uşaklarıyla beraber tarihin çöplüğüne atmamız açlığımızın, yoksulluğumuzun, katliamların ve kaosun, bütün mahrumiyetlerimizin son bulması demek olacak, zulmün yok olduğu yeryüzü adaletin güneşiyle buzlarını eritecek ve yaşanabilir hale gelecektir. Yoksa falanca veya filanca zekat verse fakir kalmaz diyerek kendimizi oyalamaktan veya oyalanmaya rıza göstermiş olmaktan kurtulamayız. Kaldı ki falancanın veya filancanın zekat vermemesinin sebebi de siyonist mantığın onların zihinlerini ve ruhlarını işgal etmiş olmasıdır.
Çünkü insanlıktan nasibini almış henüz fıtratını yok etmemiş birisi, ister istemez çevresindeki yokluğa bigane kalamayacak, o yokluğu ortadan kaldırmak için zaten elinden geleni yapacaktır. Kendisi sarayların içinde zevk-u sefa yaşarken, yediğinin içtiğinin adını dahi mazlumlar telaffuz edemezken, 3 oda 1 salon sığabilecek büyüklükte bir halıyı üzerine serdiği halde 3 te 2 si boş kalan binden çok odaya sahipken, araçlarının, uçaklarının haddi hesabı yapılamazken, çorabının fiyatı bir ailenin yıllık gelirinden fazlayken, ramazanlarda zenginlere vs. verdiği iftarların tutarıyla bir şehirdeki bütün insanlar bir ay boyunca iftar yapabilecekken yanı başında gecekonduların, sokakta çöp karıştıranların, açlıktan ve yoksulluktan intihar edenlerin varlığına tahammül edemeyecektir. Aksi takdirde mazlumun değil zalimin diniden olacak, o zalimler zümresiyle haşrolmayı hak edecektir.
O halde zulüm var diye zekatı görmezden mi gelelim derseniz cevabımız elbette ki hayır olacaktır. Zulüm sinenizde saray kurmamışsa zaten maddi zekatınızı verirsiniz. Ama bizim asıl vurgulamak istediğimiz zengin fakir farketmez hepimizin üzerine düşen asıl zekat siyonizmi ortadan kaldırmak için Allah’ın bahşettiği nefesin ve gücün bir kısmını bu yolda harcamak gerektiğidir. Bunu yaptığımız takdirde “yeryüzünde maddi zekatı verecek bir fakir bulmakta zorlanacağımız” günler yakındır.
Öyleyse haydi ayağa kalkın ve siyonizmi boğmak için zekatınızı “bir kova su dökerek” verin mazlum ve mahrumlara. Unutmayın bunun dışındaki eylemleriniz şimdilik ne yazık ki “bir oyun ve eğlenceden ibaret” kalacaktır…
siyasetmektebi.com