BİR CUMA DAHA GEÇTİ, “O” YİNE GELMEDİ…

Her cuma takva elbisesi giymiş samimiyetsizliğe, zillete boyun eğmeyi maslahat bilenlerin ve zelillerin yüceltildiği sistemleri meşru görenlerin dillerinden düşmeyen “o yine gelmedi”, “bu cuma da gözlerimiz yolda kaldı” türünden sözlerle şahit oluyoruz. Öyle ki sanki Cuma sabahından itibaren dillendirilen bu sözler bir nevi arınma ve günahlardan temizlenme aracı olarak gündeme gelmekte, bir hafta boyunca her türlü çirkefe bulaşmayı veya en azından ses çıkarmamayı meziyet bilenlerin tüm bir haftalık günahlarından kurtulduklarını ilan etme ritüeline dönüşmektedir. Emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münker’i “O” gelmediği için başka bahara erteleyip duran ve bu arada “O” gelsin diye daha fazla günahı ve fısk-u fücuru görmezden gelip bunların yaygınlaşmasına ellerinden geldiğince katkıda bulunanlar, sözleriyle “O” dediklerini beklerken amelleriyle “ne kadar geç gelirse o kadar kârdır” misali davranmakta, “O”nun olmadığı bir dünyada daha rahat olmanın ve nefislerinin iktidarında dünyadan daha fazla lezzet alarak yaşamanın tadını çıkartmaktadırlar.
“O”nu beklerken canları sıkıldığı için “bir oyun ve eğlenceden ibaret olan dünyaya” daha çok bağlanan ve böylece zulmün karanlığında ayazda kalarak önce zihinlerini ve kalplerini üşüten sonra da ruhlarını ateşe atarak nefislerini ısıtan bu güruhun düştüğü çelişkileri ve samimiyetsizliklerini irdelemeden önce şunu belirtelim ki “O”nu (a.f.) gerçekten bekleyenlerin var olduğunun ve “intizarın” hakkını vererek “O”nun (a.f.) gelişinin zeminini hazırladıklarının ve hatta devletini kurduklarının elbetteki farkındayız. “O”na (a.f.) bütün sorumluluğu atıp kendileri krallar gibi yaşayanların aksine bu muntezirler canlarını ve mallarını Allah (c.c.) yolunda feda edip kanlarıyla “O”nun (a.f.) basacağı toprakları zulüm ve zillet kirinden temizlemişler ve “O”nun (a.f.) ordusundan olduklarını ispatlamışlardır. Böylece üzerlerine düşen sorumluluklarını yerine getirdikleri için hem Allah (c.c.) karşısında hem de “O”nun (a.f.) karşısında alınları aktır. Bunlar gizli kibirleriyle üstünlük taslayıp “O”nu (a.f.) ayaklarına çağırarak “gel” diyenlerden ziyade “O”na (a.f.) doğru koşanlardır.
Böyle bir intizar elbetteki devrimci bir intizardır ve ancak kıyam ehli gerçek muntezirlerdir. Tüm ibadetleri secdelerden oluştuğundan kıyama vakit bulamayanların anlayabileceği bir hakikat değildir bu. Zira bunlar kendi kuruntularından başkasını beklememektedirler ve “gel” dedikleri gelip bunların durumlarında en ufak bir değişikliğe yol açsa anında İsrailoğullarından olup gelenden şikayetçi olmaya hazırdırlar. Tevazudan ziyade tekebbürlerini arttıran ilimlerini saray ile kurdukları ilişkileri ile pekiştirip dünya hayatından şan ve şöhret gibi ürünler elde edenlerin yetiştirdikleri de bu tiplerin tarif ettiği birini bekledikleri için, ne “geleni” ne de “gelecek” olanı tanıyamamaktadırlar. Çünkü dostu ve düşmanı tanımak, düşmanın taktığı maskeleri basiret narıyla yakmak demek olacağından, en çok bu konuda zihinleri takip ettikleri tarafından bulandırılmakta ve bunlar düşmanlarına dost, dostlarına düşman olmaktadırlar.
Bu yüzden tıpkı yahudilerin, müşrikleri habire gelecek olan peygamber ile korkutmalarına rağmen o Peygamber (s.a.a.) zuhur ettiğinde sırf kendilerinden olmadığı için ilk inkar edenler olmaları gibi, böyle zillet kokan bir eğitimden geçenlerin tüm yaşantılarını sarsacak olan birinin gelişini kabullenmeleri de hayli zor olacaktır. Ki bizim beklediğimiz “O” (a.f.) “geldiğinde tersyüz edilmiş dini aslına çevirecektir.” Yani hak sandığımız bir çok batılı ortadan kaldıracak ve önce bizlerin imanında oluşmuş olan tahriflerle mücadele edecektir. Bundan dolayı “ümmetin üçte birinin inkar edeceği” ta başından beri bizlere bildirilmiş olan “O” (a.f.) geldiğinde, bugün ümmete dahil olduğunu iddia edenlerin birçoğu “okun yaydan çıktığı gibi” imandan çıkacaktır. “Gelecek “olana uymak için hiçbir hazırlık yapmayıp, “O”nu kendilerine uydurmak için ellerinden geleni yapanların elleri “O” (a.f.) geldiğinde Ebu Leheb gibi kuruyacaktır. Çünkü bugün “hak sözü batılı kastederek kullananların” o gün dillerinden hakka karşı kin ve nefretten başka bir şey çıkmayacaktır. Zira “hak geldiğinde zail olacak olan batılın” saraylarında beslenip semiren nefislerin, onca kilodan ve tamahtan sonra oruç tutma ihtimali kalmayacaktır.
Ayrıca her Cuma, “geçen Cuma gelecektin aylar oldu gelmedin” tarzında arabesk bir edayla içlerindeki efkarı(!) dile getiren bir çoğunun yaşantısı ve zulme karşı takındığı tutumu da göstermektedir ki bunlar ilk fırsatta Resulullah’ı (s.a.a.) Cuma hutbesinde, şehre gelen ticaret kervanını karşılamak için bir anda yalnız bırakanların sünnetine uyacaklardır. Çünkü “bekleyişleri” “cefa” üzerine değil aksine “sefa” üzerinedir ve beklediklerini iddia ettiklerinden tek beklentileri gelip her şeyi O’nun düzeltmesidir. Tıpkı İsrailoğullarının Hz. Musa’ya (a.s.) “sen gidip Rabbinle beraber onlarla savaş” demeleri gibi. Islah olma arzusu taşımadıkları gibi ıslah olmaya meyilli de değillerdir. “O”nun (a.f.) kuracağı devlette yaşama veya “O”nun (a.f.) ardısıra “nehirden su içmeden karşıya” geçme gibi bir dertleri yoktur. Böyle bir hedefleri de yoktur. Bunlar sadece “kendilerinden” olacağını zannettikleri “O”nun gelişiyle diğerlerinden daha üstün olacakları vehmine kapılmış durumdadırlar.
Bunlara “O”ndan ne bekliyorsunuz? veya “O”nu niye bekliyorsunuz? diye sormak gerekmektedir. Eğer “O”nun gelişiyle yeryüzündeki zulmün tamamen ortadan kalkacağını ve Allah’ın (c.c.) emirlerinin ve yasaklarının hükmedeceğini umuyorlarsa “o halde neden bugün yeryüzündeki zulmün merkezi olan saraylara karşı izzetle mücadele etmiyorsunuz ve o sarayların yuvarlak masalarının konuğu oluyorsunuz?” diye yeni bir soru yöneltmek gerekmektedir. Veya “Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarının hükmetmesini umuyorsanız, bu emirleri kâle almayan sistemlerin içinde ne işiniz var? ” “Neden bu sistemleri ve kurucularını göklere çıkarıyorsunuz?” “Neden bu sistemlerin “tağut”luklarının ilanı olan anayasalarını kabul ediyorsunuz?” “Allah’ın (c.c.) indirdikleriyle hükmetmeyenlerle neden mücadele etmiyor” ve “fitne kalkıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşmıyorsunuz?” türünden sorularla niyetlerini ortaya çıkarmak elzemdir. Çünkü bizim beklediğimiz “O” (a.f.) geldiğinde yeryüzündeki sistemleşmiş zulüm saraylarıyla ve uşaklarıyla birlikte yerle yeksan olacaktır. O halde “O”nu (a.f.) gerçekten bekleyenlerin “O”nun (a.f.) yok edeceği düzenlerle sıkı fıkı ilişki kurmasının izahı nedir?
Ayrıca “O” gelmedi diye ağıt yakanların birçoğu işi daha ileri bir mertebeye ulaştırıp “O”nun takipçisi olmayı bir milliyetin mensubu olma şartına bağlamaktadır. Hatta sadece milliyet değil, mezhebi ve mezhebin içindeki eğilimleri bile kendilerince “O”nun askerleri olma şartlarından saymaktadırlar ki bu da tıpkı İsrailoğullarının Allah’ın (c.c.) gönderdiği dini kendi milletlerine has kılmalarına benzemektedir. Kendi milletlerinden olmayanları aşağılayan İsrailoğulları gibi “O”nu beklediklerini söyleyenler de diğerlerine karşı üstünlük taslamakta ve “üstünlüğün takvada” olduğu hakikatini unutmaktadırlar. Kaldı ki bütün rivayetler “O”nun (a.f.) bütün mazlumları kurtaracağını beyan etmekte, zalimlerin ise düşmanı olacağını vurgulamaktadır ki “O”nun (a.f.) ataları da bu hakikati “mazlumun dini sorulmaz” sözüyle dile getirmişlerdir.
İşte böyle kendilerinin hakikatini bilmedikleri için kendilerine bir türlü gelemeyenlerin beklediği “O”, aslında hiçbir zaman gelmeyecektir. Zira gelmesinin bir mantığı yoktur. Sadece bir mezhebin kurtuluşu olacak olanın veya zulümle hiç mücadele etmeyip var olan düzenleri Allah’ın (c.c.) düzeni ile değiştirmeyecek olanın zahmet edip te “mağaradan” çıkmasına lüzum yoktur. Zaten zulüm devam etmekte, zalim işbaşında bulunmaktadır. O halde bizce bu “O”nun zihinlerde yaratılmış olmasının tek nedeni bahsi geçen sistemleşmiş zulmün sunduğu dünyalıkları kaybetmemektir ve suya sabuna dokunmayan “bekleyicilerin” günahlarına kefaret olmaktır.
Oysa bizim beklediğimiz “O” (a.f.), gelişinin müjdesini İslam İnkılabı ile bize vermiş, daha attığı ilk adımda zalimleri titretmiş, sarayları yıkmış, gönüllere huzur ve sürur sunmuş, mazlumların ümidi olmuştur. İmam’ın (r.a.) bedeninde zuhurunun alametlerini ortaya koymuş ve İmam’ın nuruyla bizleri aydınlatmaya başlamıştır. “O”nu (a.f.) bekleyenler “O”na (a.f.) layık olduklarını bugün her cephede verdikleri şehitler ile ispatlamışlar ve “O”nu (a.f.) beklemenin ne demek olduğunu bizlere öğretmişlerdir.
Velhasıl herkes beklemektedir. Kimi isim değiştirmiş zulmü ve zilleti, kimi “hak yolunda can vermek için sırasını.” Kimi dünyayı, kimi Allah’ın (c.c.) rızasını. Bugün asıl soru şudur ki “siz kimi beklemektesiniz?..”
siyasetmektebi.com