BEYTÜLMÂL’E UZANAN ELLER YAKILMALIDIR…

Malumunuzdur ki İmam Ali’nin (a.s.) hilafeti döneminde, kardeşi Akil kendisine gelmiş ve yüklü borçları için kendisinden para istemiştir. İmam (a.s.) o kadar parasının olmadığını beyan ederek O’nun yardım isteğine olumlu yanıt vermemiştir. Kardeşi Akil İmam’a (a.s.) beytülmâli hatırlatıp oradan kendisine para vermesini isteyince, İmam (a.s.) âmâ olan Akil’e avucunu açmasını söylemiş, Akil, gelecek olan paranın hayaliyle avucunu açtığında İmam (a.s.), O’nun eline kor ateş parçasını koymuştur ve Akil feryad etmiştir. Bunun üzerine İmam (a.s.) O’na “Sen bu ateşe dayanamazken, benden cehenneme dayanmamı nasıl talep edersin” diyerek beytülmale uzanan ellerin akibetini de bildirmiştir. Bu kıssanın devamı da malumdur. Akil artık Muaviye’nin safındadır ve yağlı sofraların konuğudur.
Bizler Kur’an kıssalarının veya Resulullah (s.a.a.) ve ehli beyt’in (a.s.) yaşamlarının sadece bulundukları dönemle, beyan edildikleri yaşandıkları çağlarla ilgili olmadığını çok iyi biliriz. Tüm bu kıssa ve yaşantıların, çağlara ibret ve ders olması amacıyla, “insan” yetiştirme derdinde olan İslam’ın aktardığı ve bu aktarımı metod olarak kullandığını da biliriz. Şimdi bu bilgilerimizle yukarıda anlattıklarımızın günümüz dünyasındaki yansımalarına bir göz atalım…
Tüm dünyayı kasıp kavuran kapitalist düzenlerin, kendi çıkarlarını korumak için her yolu mübah sayan izleyicileri, masum ve mazlum halkların servetlerine el uzatıp onları yağmaladığı, bu yetmezmiş gibi kurdukları düzenlerle, tertipledikleri oyunlarla bu halkları, kendilerine aşık gönüllü kölelere çevirdikleri ve sömürdükleri halkların desteği ile saltanatlarını sürdürdükleri çağları idrak etmekteyiz.
Dünyanın bir kısmının “obezite”nin hastalık olarak tehlikeli boyutlara vardığı, diğer kısmında ise “açlığın” kronikleştiği, Afrika’da elmas, altın vb. rezervlere ve kaynaklara sahip olan halkların o madenlerde işçi olarak, o da karın tokluğuna çalıştırıldığı, bazı rejimlerde milyar dolarlara el uzatanların 800 lira iyi para dedikleri, ülkenin tüm kaynaklarına sahip olanlarla hiçbir geliri olmayanların kazançları toplanıp ikiye bölünerek kişi başına düşen (!) gelirin hesaplandığı, yatlara, katlara, gemiciklere sahip olanların, vatandaşlarının gelirlerini “simit-çay” ile hesapladıkları ve daha beter durumlara sahne olan zamanları müşahade etmekteyiz.
Bu zıt yaşamlara bakarak “acaba (haşa) Allah (c.c.) adil değil mi?” diye soracak mazlumların dahi türediğini görmekte ve bundan dolayı hüzünlenmekteyiz.
Bu mazlumlara şunu söylemek istiyoruz: “Hayır, kardeşim. Allah (c.c.) adildir. Allah (c.c.) yarattığı her canlının rızkını da yaratmıştır. Ve her canlı o rızkı elde etme hakkına sahiptir. Allah (c.c.) bir kıtaya müsrif olacakları kadar bahşederken, diğerini açlığa mahkum etmemiştir. Ama “insan” zalimdir, cahildir, bencildir. Ve “insan” var olan tüm canlılar içerisinde “esfele safiline” kadar düşecek tek varlıktır. Yeryüzündeki adaletsizliğin nedeni bu zalim olan “insan”dır.”
O “insan” “yeryüzünde iktidara geldi mi ekini ve nesli yok etmeye çalışır.” (Bakara 205). O “insan” insanları adil olan Allah’ın (c.c.) düzeninden uzaklaştırıp kendi zulüm sisteminin bir parçası kılmaya ve hem bu dünyalarını hem de ahiretlerini ziyan etmeye çalışır “..inkâr edenlerin velileri ise tağut’tur. Onları nurdan karanlıklara çıkarır. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır”(Bakara257). Böylece saltanatını devam ettirip hükmünü uygulatabilir.
Oysa Allah (c.c.) “Allah’ın sizin için geçim kaynağı kıldığı mallarınızı sefihlere (yerli yerinde kullanamayanlara) vermeyin”(Nisa 5) buyurmaktadır. Böylece size ait olana sahip çıkın demekte ve bu yolda elinizden geldiğince tuğyana düşenlerle mücadele edin diye emretmektedir “İmân edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler ise, tâğut yolunda savaşırlar; öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın”(Nisa76). Çünkü Allah (c.c.) “Biz de istiyorduk ki, o yerde ezilenlere lütfedelim, onları önderler yapalım ve onları ötekilerin mülküne mirasçı yapalım.” (Kasas 5) “Ve sizi onların topraklarına, yurtlarına, mallarına ve daha ayak basmadığınız bir yere mirasçı kıldı.” (Ahzap 27) buyurarak mazlumları yeryüzünün varisleri kılmıştır. Direnip sabredersek galibiyeti “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz.”(Al-i İmraN 139) ayeti ile hak edecek olan bizler “Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.”(Şuara 227) ayeti ile zaferi elbette göreceğiz. Çünkü “galip gelecek olanlar Hizbullahlardır”(Maide 56).
Bunca ilahi vaadden sonra sadece yokluğun verdiği ızdıraptan dolayı hayıflanmak ve zalimlerin oyununa gelip varolana şükretmek, durumumuzu değiştirmeyecektir. Zira “bir kavim kendinde olanı değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez”(Ra’d 11).
Bizler sabrın direnmek olduğunu, bu yüzden sabrın gönüllerimizde zafer taşıyan kervan olarak her dem yolda olması gerektiğini Resulullah’tan (s.a.a.) ve Ehl-i Beyt’ten (a.s.) öğrendik. Sabır asla suskunluk, şükür asla zulme rıza değildir. Bu ikisi, direniş bahçesini canlı tutan su ve güneş gibidir.
Son sözlerimize gelirken meşhur olan “hak verilmez alınır” sözünü hatırlatmakta yara görmekteyiz. Nitekim Allah’ın (c.c.) bize verdiği hak, Allah (c.c.) düşmanı sistemler tarafından gasp edilmiştir ve tekrar aslına döndürülmeli ve mazlum halka sunulmalıdır. Bu yolda İmam Ali (a.s.) olamayacak bizlerin en azından Ebu Zer (r.a.) gibi yeşil srayların saltanatını sarsma azmine sahip olmamız gerekmez mi?
Tüm bu anlatılanlardan sonra baştaki kıssaya dönersek eğer, bu devirde ellerine kor ateş bırakmamız gereken kimseler yok mu? Ne dersiniz?…
siyasetmektebi.com